Seçim Sizin…

Seçim Sizin…

Bir küçük dükkan, hayalleri tükenmiş bir esnaf; belki bir berber belki bir saatçi veya aktar…
Her sabah aynı saatte aynı tezgahı açarak güne başlarken, günün sonunda yorgun ve mutsuz olacağını bile bile ve her geçen gün daha çaresizce.

Güzelce bir çiçekti seni hayata bağlayan türlü engellere rağmen ve vitrinde öylece heykel gibi tablo gibi dükkanın önünden geçen herkesi heyecanlandıran.

İri yapraklı, yeşil beyaz benekli bir çiçek, dükkana giren herkese iyilik saçıyor. Çiçeğin hatrına her gün kepenkler inip de kalkıyor. Hayat sadece onunla çekilir hale geliyor. Akıp giden hayatta sana dair yegane güzellik işte bu çiçek. En azından hiçten iyi midir ki?

Zaman içinde çiçek büyüdü. Önce saksısına, sonra dükkana sığmaz oldu. Güzel gürbüz yaprakları dışarılara çıkıp nefes almak istedi. Sen de küçücük dükkanına artık sığamayan biricik yol arkadaşının, hayatına anlam katan tek zenginliğinin gardiyanı oldun.

Tutamazsın esnaf kardeşim, bir güzel hayali, umut veren yolculuğu, patlamış bir volkanı tutsak edemezsin. Bacayı sardıysa duman, aşka geldiyse Leyla dur diyemezsin. Ona tek başına sahip olmaya, hükmetmeye çalışırsan gün gelecek çiçek solacak… umutlar mı?

Pandoraya saklanacak. İyisi mi özgür bırakmalı Leyla’ yı. Saksısına sığmıyor artık çiçek. Baksana!

Seçimler yaklaşıyor, kendini dev aynasında gören ergen bir toplum uyanmak mı istiyor, büyüyüp, özgürleşip, olgulaşmak mı, yoksa aynı masalları dinlemeye devam mı?

Berberde oturuyorum, sıramı beklemekteyim, uykum da ağır basmış, göz kapaklarımı kaldıramıyorum. Günün tükenmişliği her yanımı sarmış. Bir vampir gibi emmiş kanımı sanki tüm telefon görüşmeleri, yazışmalar, dilekçeler, yaptığı işe inanmayan memurların tafraları, yığılan dosyalar, yapılamayan tebligatlar derken gün bitirmiş beni. Posam kalmış berberde oturduğum koltukta adeta.

Berber Sohbetleri

Berber sohbetleri her daim çok keyifli ve renklidir. Berberine sımsıkı bağlı çok da insan tanıyorum. Sebebi malum; muhabbet. Tanış olma, özel hissetme ve samimiyet…

Aslına bakarsan yine öyle keyifli bir gün, ama bu kez berberimde posam çıkmış halde beklemedeyim. Berberim söyleniyor da söyleniyor. Bunlar gidecek de, ülkeye şöyle yatırımlar gelecek de, gidenler hesap verecekler de, memleket rahatlayacak da…

Epeyce hararetli bir tartışma başladı, başlayacak. Nihayetinde de sohbet kesinkes ‘sen oyunu kime veriyorsuna’ bağlanacak. Adım gibi biliyorum bunu.

Almanya’da bir insana mutlak soramayacağınız iki konu vardır; biri maaşın, diğeri oyun. Eşler bile çoğu kez bilmezler maaşlarını da siyasi görüşlerini de birbirlerinin. Düşünün siz artık gerisini. Bizde ise durum tam tersi işte. Herkes, her şeyi, herkesten iyi bilir…

‘Peki, oyunu kime veriyorsun?’

Bu sorudan nefret ediyorum, hem de ölesiye. Ne kadar büyük laflar edersen et, ne kadar iyi analizci falan olursan ol, kitaplar oku, tartışma programlarını falan çoklu seyredenler bile gördüm amma velakin iş oy vermeye geldiğinde önündeki listeden seçmen gerekiyor ya, sonuçta bu adaylardan birini seçeceksin işte.

Bir anda bütün o entellektüel birikimin, sana ve düşüncelerine duyulan saygı, hayat biçimin, insanları ve doğayı algılayış tarzın, hedeflerin, kariyerin hepsi yerle yeksan oluyor. Aptalın teki oluveriyorsun o saniyede. ‘Kime mi oy vereceğim?’

Durum epey vahim anlayacağınız. Çoğulcu demokrasiye inancım da kalmadı zaten. Kitleler karar verecekse ne olacağımıza, popülist yaklaşımlar hala karşılık buluyorsa, akıl, bilim ve vicdan rafa kalkmıştı ve hala orada tozlanmaktaysa ve kimsenin de umrunda değilse hakça yaşamak.

Sadece kendi çıkarına odaklanmış bu kalabalık kitleye kılavuzluk nasıl edilir ki? Kim cüret edebilir, temiz ve şeffaf bir anlayış ile yönetim işlerini üstlenmeyi. Geçiniz a dostlar, geçiniz…

Bir şarkı söylüyorduk, geceleri sahilde Prometheus’un tanrılardan çalıp getirdiği ateşi biz de yakıyorduk ve gitarın tellerinden gelen sese kapılarak, tüylerimiz diken diken, ‘oyunu verme anne‘ şarkısını avazımız çıkana kadar haykırıyorduk semaya.

Yıldızlara kadar varıyor sanıyorduk isyanımız. Ne büyük bir karşı koymaydı bizim için ve ne çok değerli hissediyorduk kendimizi. Oy vermeyerek bir farkındalık yaratacaktık güya. Vay canım. Ne güzelmiş kafalarımız değil mi, ne saf, ne hayallerle dolu ve böylece ne de boşmuş…

Velhasılı berberde uyuyorum ve bir yandan aklıma Savaş ve Barış kitabı geliyor, büyük yazar Tolstoy; bu aralar çok sevilen bir deyimin tarif ettiği gibi, ‘Bilal’e anlatır gibi’ tane tane anlatıyor tüm hikayeyi.

İşin özünde, sen her şeyi yönetiyorum zannedersin ve her şey olacağına varır, kimisi kahraman olur, kimisi hain. Ne, neden olur; kimse bilmez ama herkes uydurur durur. Var olan şeyin, var olduktan sonra, nasıl var olduğunu açıklamak işi tamamen retoriksel bir alandır.

Güzel hitap eden, hoş sözlerle dile hakim olup etrafındakileri ikna eden taraf haklıdır işte. Bu kadar basit.

Kitapta da yaşını almış bir Rus general Kutuzov, Moskova’ya doğru gelmekte olan büyük üstat Napolyon’ un emrindeki Fransız askerlerine karşı en tartışmalı mubarebe taktiklerinin ve stratejilerin konuşulduğu masada uyuya kalıyordu.

Herkesin en önemli olduğunu düşündüğü konuşmaların tam ortasında buna zerre kadar inanmayan bir general her şeyi oluruna bırakıp anlık kararlar ile dahi süreci yönetmiyordu.

Esasen sürecin hiçbir aşamada yönetilemediğine, insanoğlu tarafından sadece yönetiliyormuş gibi algı yaratıldığına dair kitaptaki bu kısacık hikaye ile her şeyi anlatıyordu büyük yazar, hem de her şeyi ama, dedim ya Bilal’e anlatır gibi 1500 sayfa yazmıştı işte. Tane tane, adım adım, mahalle mahalle Moskova’ nın işgal edilişini ve ardından gelen zaferi de…

Şimdi ben de, belki biraz ukalaca gelecek ama aynı general Kutuzov gibi orada berber koltuğunda içim geçmiş uyurken, aynı savaşın sandık versiyonunun neticesini biliyor edasıyla kurum kurum kuruluyordum.

O an için fark ediyordum ki; uyumak, gün içinde kendim için yaptığım tek şeymiş meğer. Sevişmek de öyle, içten gelen bir kah kaha da. Günler bizi saniye saniye sömürürken, tırnak içinde söylüyorum ‘çok kıymetli’ vakitlerimizi elimizden alıp har vurup harman savururken biz öyle kayıtsızca kendimize çok görüyoruz, uyumayı, sevişmeyi, kah kaha atmayı. Bir güzel sohbeti tam ortasında kesip hadi işimiz var diyebiliyoruz. Buna anlam veremiyorum işte.

Yani bağıra çağıra tavla oynayıp, gelen zarla sevinip hop oturup hop kalkamıyorsan, mars etmenin heyecanı sarmıyorsa bedenini, ya da ne bileyim kana kana su içmek bir çeşmeden, görmediğin diyarlardaki taşları, ağaçları özlemiyorsan, ot toplayan ablaları gördükçe otları tanımadığın için üzülmüyorsan, mesela hiç gitmediysen Toros Dağlarına diye hayıflanmıyorsan, bir demli çay, bir rüzgar esintisi, denizin soğukluğu ürpertmiyorsa tüylerini oyunu da verme zaten adamım diyesim geliyor. Verme oyunu madem…

Şairin dediği gibi;

  • kabahat senin,
  • demeğe de dilim varmıyor ama
  • kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! Ersin EREN

aysaa

Related Posts

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

3 Comments

  1. Vazgeçmeye de gönlün elvermiyor değil mi ? Bir anlam yoksa da ki yok, sürüklenişimizi seyrederken bir küçük sepet edinip içini minik ama huzurlu hatta bazen coşkulu anlarla doldurmak mümkün. Belki otları tanımıyoruz ama hiç değilse varlığımızı tahammül edilecek şekle sokacak kaçamakları tanıyoruz. Kabul ettim, ben şimdiye kadar ne yapacağımı hiç bilemedim, ne doğrudur hiç sezemedim, dünyada olay yeri inceleme gibi dolanıp duruyorum, lakin ne yapmayacağımı bilmeyi buldum o da fena değil. Seni çok seviyorum

    • Elifim senin yorumlar yazımın zerrelerine kadar okunduğunu bana öyle güzel anlatıyor ki, ben bile dönüp kendi yazımı tekrar okuyorum ya, hayranım yorumlarına…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags