Bir Sofranın Anatomisi

Bir Sofranın Anatomisi

Mutluluğun resmi çizilemedi belki; ama bir sofranın anatomisi fikir verebilir, ne dersiniz…

Tıkırt… Kapıyı açtı. İçerisinin sesine kulak verip şöyle bir havayı koklayarak terliklerini çıkarttı. Demir işlemeli, eski tarihi cümle kapısının önündeydi.

Biraz önce bahçede çalışmış ha çalışmış; bahçeyle, toprakla, börtü böcekle adeta kaynaşmıştı. Bahçede çalışırken çamura batmaktan, toza toprağa karışmaktan çekinmediği gibi hayvanlara temas etmekten de ayrı bir zevk duyardı ve alın teriyle karışarak sarf edilen emeğin ardından yenen yemeğin tadını bir zamanlar yaşadığı çiftlikte çalışırken öğrenmişti.

Çiftlik günlerinin her anı, Sisifos söylemi gibi sonsuz bir döngünün ve boşa giden emeklerin ta kendisi olmakla birlikte unutulmaz anılar, tecrübeler ve sonsuz özgüven sağlayan gerçek bir yaşamın en güzel sahneleriydi.

Yaşadığın her anın kıymetini bilmenin yolu çiftlikten, topraktan, hayvanlara dokunmaktan hasılı üretmekten geçiyordu. İhtiyacın kadarını üretmekten…

Şimdi o çiftlik günlerinden kalan aklındaki izleri kovalıyordu. O heyecan dolu günleri… Yüzündeki anlamsız gülümsemenin müsebbibi olan günlerdi.

Tırnaklarını kestikten sonra ellerini yıkamıştı ama ya ayaklar…

İçeriye kafasını uzatınca sofranın kurulu ve çayın da demlenmiş olduğunu, herkesin de sofraya oturduğunu, kahvaltıya başlanmakta olduğunu, hiç vakit kaybetmeden ayaklarını yıkamaya gitse bile, sofranın en güzel o ilk başlama faslını kaçıracağını fark ederek, ayaklarına baktı, toz toprak içindeydi, tozu bilmem de toprak iyidir diye geçirdi içinden alayla. Kirli ayaklarını umursamadan, evin titiz hanımına da aldırış etmeden girivermişti içeriye.

-Amcaaaaa diye yerinden fırlayarak önce ailenin en küçüğü selamladı.
-Amca biliyor musun, yumurtaları ben yaptım bugün, gel, gel, bak diye çekiştiriyordu.
-Yapma ya, nasıl yaptın bakayım? Domates biber de koydun mu?
-Amca, o zaman menemen olur, bilmiyor musun? Hayır, ben omlet yaptım. Ama içine süt de koydum. Hem de hepsini ben yaptım.
Orta ateşte pişirdin inşallah, yoksa kuru olur bak. Yemek sabırla pişer unutma. Sevgini de ekledin umarım.
-Ya amca, şiir gibi konuşma, gel bak!

Bir saniye boşluk bırakmıyordu ki, herkesle selamlaşılsın.
-Nihayet. Tamam, tamam hadi otur yerine bakayım, zaten geç kalmışım.
Herkese hitap ederek,
-Var mıydı bir ihtiyaç? Ben böyle geldim ama!
-Yok, yok! dedi neredeyse herkes bir ağızdan. Gel otur.
Evde ağabeyi, eşi, ağabeyinin kayınpederi(ona baba derdi), abla olarak kendini kabul ettirme çabasında, yüzü solgun, zayıf bir kız ile kendinde her şeyi yapabilecek güç ve yetenek olduğuna inanan henüz 7 yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı.

Onu tanımayanlar afacan ve hatta epeyce de yaramaz bir çocuk olduğunu düşünebilirlerdi, ama bilenler onun gerçekten de her şeyi yapabilecek gücü ve yeteneği olduğunu, bıçağı tutuşundan, kibriti yakışından, ayranı çalkalayışından, topa vuruşundan, gözündeki yaman bakışından hemencecik kavrardı; yaparken de onu hayranlıkla seyreder, boyundan büyük her ne iş olursa olsun başaracağına inanmalarına rağmen, yine de çoğu kez yaptıklarına şaşar kalırlardı.

Dedesinin göz bebeği, onun tabiriyle ateş gibi, ele avuca sığmaz, her gönlü fetheden bir çocuktu bu ufaklık. Şeytan tüyünün son sahibiydi.

O doğmadan önce ailenin bütününe sirayet eden kara günün ardından yuvaya egemen olan endişe, korku, çaresizlik hissinin ilacıydı sanki.

Onun doğumu en çok ama en çok kimi sevindirmişti dersiniz: Hiç sorgusuz derim ki, bir erkek kardeşe aç, onunla sabah akşam oyunlar oynayacağı, kendisinin tecrübe ederek öğrendiği her şeyi ona aktaracağı günlerin hayali içinde yanıp kavrulan birbirlerini kardeş gördükleri için bu şekilde tanımlayacağım ağabeyini; esasen amcasının oğlunu.

Hiç kuşkusuz en çok o sevinmişti. Ağabey olmak fikri ile yanıp tutuşan bu aklı başında çocuk kundaktaki bebeği görür görmez, şuncacık çocuğun oyun çağına gelmesi için en az 4-5 sene geçmesi gerektiğini de anladı tabi.

Çocuklar için zaman büyüklerin algıladığından daha uzun bir süreyi kapsar. İşte ağabey olmak için sabırsızlanan bu yavuracak için de 4-5 senenin geçmesi gerekliliği 40-50 sene gibi algılandığından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı malesef. Büyük beklentiler, ah o beklentiler…

Kendisini her şeyden üstün gören insanoğlunun beklentileri ve çaresiz bir zavallı olduğunu yüzüne vuran kaçınılmaz hayal kırıklıkları…

Diğer yandan bu güzel aileye ilaç niyetine katılan bu küçük bebek kendisiyle ilgili beklentilerin sanki farkındaymış gibi, ağabey ve ablalarının arasında birlikte vakit geçirme fırsatı pek bulamamış olsa da her kalpte kendine özel bir yer edinmeyi başarmıştı. Ama en çok da, engellerini aşmak için onun yeteneklerine ihtiyacı olan, doğumunda ihmaller silsilesi sonucunda oksijensiz kalıp sessiz soluksuz doğan ve kendisinden sonra dünyaya gelen bebeklerin gelişimlerini bir bir tamamlayıp engelleri olan bu küçük kızı geçi geçiverdiği, sevgi böceği engelli ablasının hası olmayı başarmıştı.

Engelleri nedeniyle diğer tüm çocuklardan ayrı olarak herkesin baş tacı olan bu kızın baş tacı da, işte bu ele avuca sığmayan, çoğu zaman birlikte olunduğunda yıpratıcı olsa da faydası daha çok olduğuna inandıkları ve terapiden terapiye gitmeye alışmış aile için onunla geçirilen vakti şakayla karışık kemoterapi olarak isimlendirdikleri çocuktu.

‘Kemoterapi’ işe yarayacak mıydı bilinmez ama aile bağlarını öylesine birbirine kenetlemeyi başarmıştı ki, varılan noktada kızımızın bu oğlanla beraberkenki mutluluğu, kahkahaları anlatılmak istenilen her şeyin karşılığıydı.

Hep beraber denize gidileceği bir gün çocuklar tek arabaya sığmayınca yer kavgası çıkmış, herkes kimin yanına oturup yolculukta kendisinin en çok eğleneceği, en rahat hissedeceği koltuğu ağabeyleri ve ablalarına göre seçerken biraz dengesizlik olmuştu.

Bir araba ağabeyler ve ablalar ile küçükler için çok daha ilgi çekici olmuştu. Normal bir zamanda ailenin en küçüğü olarak ağabeyli, ablalı arabada olmak için ortalığı birbirine katacakken bu küçük oğlan bu kez hiç naz yapmamış, akıllı uslu üstelik sorumluluk sahibi bir çocuk gibi kendisinin heyecanla yanında oturmasını istediği engelli kız kardeşini kırmamış, yol boyu onun engellerini anlamaya, çıkmayan sesi, hükmedemediği kolları bacakları olarak engellerini aşmasına ama en çok da mutlu olmasına yardımcı olmuştu.

Hatta boyundan büyük, kendisinden daha ağır bu kızı park yerinde ayakta tutmaya çalışırken çakıltaşlarının üzerine fena halde yere düşmüşlerdi. Ufaklık bir an olsun engelli ablasını bırakmayarak tüm acıyı göğüslemiş, canının çok acımasına rağmen ağlamamıştı da.

İşte böyle bir bir kazanıyordu kalpleri bu küçük oğlan çocuğu. O gün de arabanın arka koltuğunda fıkır fıkır, cıvıl cıvıl oyunlar oynarken amcasının gözünde koca bir adam olmuştu bizim ufaklık.

Bahçeden geldiği haliyle toz toprak içinde sofraya oturmuştu nihayetinde. Yine mükellef bir kahvaltı, yine her parçası seçilmiş lezzetler vardı sofrada.

Sofra düzeni de tam tekmildi. Masa örtüsünden başlayarak, özenle seçilmiş kahvaltı tabaklarına, çatal bıçak takımından, çay bardakları, hatta çay tabaklarına ve taze demlenmiş çay ile mis kokulu reçellere kadar hangisinden hangi sırayla yiyeceğinizi şaşırdığınız bir şölendi kahvaltı.

Sofrada beyaz ezine peyniri ile incecik zar gibi dilimlenmiş sert bir tulum eksik olmaz, bazen bunların yanına tuzsuz lor, bazen labne, bazen de kaşar olurdu. Çeşit çeşit peynir, her defasında yeniden başlanıyormuşcasına iştah kabartmakla mükellefti.

Domatesler de bu özel sofra için her mevsim fiyatına bakılmaksızın en iyilerinden seçilirdi. Ekmek konusunda ise sofradakiler pek bir hassastı. Ekmeğin hiçbir öğünde sofrada olmaması hedefti, lakin onsuz da olunamıyorsa, o halde en iyisine yer veriliyordu sofrada. Büyükler için dilim dilim yenen türlü lezzetler ile neredeyse doymamak için oturuluyordu ama küçükler, ah o küçükler yok mu?

Çoğu zaman sofraya neşeyle oturulur. Hoş beş şakayla ilk lokmalar yenir, çaylardan ilk yudumlar alınırdı ancak kısa bir zaman sonra çocukların böyle eşsiz, her köşesinden lezzet fışıkıran sofrada kendilerine uygun yiyecek bir şey bulamıyor olmaları, bir türlü iştahla yemeğe yaklaşamıyor ve soğuk soğuk, uzaktan, öyle çatalın ucuyla yemekle adeta oyun oynamaları, biraz daha geçtikten sonra hepten yükselecek seslerin, türlü tehditlerin, hatta sofradan kaldırıp odaya göndermelerin öncesinde inceden bir gerginlik dahi yaşanmasına sebep oluyordu.

Her defasında çocukların yemeğe motive olmamalarının bir sebebi olduğuna inanılır, bu inanç doğrultusunda buna sebep olan her neyse ona karşı istemsiz bir hınç duyulurdu. Bu duruma sebep olduğuna inanılan şeyin bertaraf edilmesi temin edilmeye çalışılırdı. Bu rahatsız edici durumlar bazen amcanın çocuklara çeşitli sorular sorarak onları lafa tutması, kudurtması, bazen patatesin gereğinden fazla kızartılarak kurutulmuş olması, bazen yumurtanın az bazen çok pişmiş olması, bazen uykusuz gecenin mahmurluğu, labne peyniri alınmasının unutulmuş olması, bazen menemenin içindeki biberin acısıydı…

Bitmeyen gerekçeler üzerine anne ve baba iyi polis kötü polis rolünde çoğu kez allem kullem çocuklara bir şeyler yedirmeyi başarır, bunu başardıklarında her ikisi de büyük bir huzurla dolarlardı. Ama çocukların annesinin bu konudaki azmi takdire şayandı.

Çocukları tanımayanlar onları şımarık olarak görebilirlerdi, biraz daha eskiler nimete yapılan bu muamele nedeniyle hakarete uğramış gibi kızarlar, çocukların milyonlarca açlık çeken insan varken tabaklarındaki yemek hakkında sarf ettikleri sözlere içerleyip onların toplumsal gerçeklere duyarsız bireyler olarak yetiştiklerini düşünebilirlerdi.

Oysa durum böyle değildi. Çocukların sevgiye ve ilgiye doyumsuzluğun tezahürüydü yaşananlar. Anne baba birlikte çocukları öyle çok sevgi yumağı içinde sarıp sarmalamışlar, sevgiyi öyle damıtarak akıtmışlardı ki, yemek yemekten alınan haz tatmin etmiyordu adeta.

Yemek yemekten ziyade hoş sohbet, ilgi, annenin yedirmek için bulduğu türlü yöntemler, babanın yaratıcı yarışmaları daha çok heyecan veriyordu.
-şimdi, diyordu annesi
-bunun içinde ne var?
Çocuk merakla ağzına giren lokmaya odaklanıp yemeği damaklarındaki tüm lezzet alıcılarında dolaştırıp
-yoğurt
-yani onu sormadık her halde evet, başka
-kabak, sarımsak
-evet bravo
Deyip bir lokma daha verdikten sonra çocuğun ağzına
-bir şey daha var, onu bulacak mısın bakalım
-fesleğen
-hayır, onun amca oğlu
Çocuk annesinin ipuçlarından bir şey anlamasa da doğru yolda olduğunu çıkarsıyordu.
-hmmmm, soğan
-o ne yaaa, hiç soğan olur mu
-isot
Çocuğun hedeften saparak olmadık tahminlerde bulunması bir miktar hayal kırıklığı yaratsa da endişe edecek bir şey yoktu.
-iyice saçmaladın ha
-ne var peki anne?
-reyhan koymuştuk yaparken görmemiş miydin sen, hani dün toplamıştık bahçeden, hani şu saksılarda yetişen yeşil bitkiler yok mu, işte onlar reyhan. Hani şu güzel kokulu olanlar.
Anne çocuklarına bildiklerini aktarırken bu işi eksiksiz, tam ve tane tane yapmayı tercih ederdi.

Hayat ona bir toplumun eğitimli sevgi dolu anneler sayesinde olgunlaşıp, gelişeceğini göstermişti.

Nitekim kendisi de mutluluğun, sevginin her köşesinde buram buram hissedildiği bir yuvada büyümüş, annesinden böyle görmüş, böyle bilmişti.

Her birey dünyaya gelirken karakteristik özelliklere doğum ile sahip oluyordu ama sevgi tüm bu harcın her şeyi harmanlayıp bütünleştiren suyuydu. Sabırla sevgiyle yoğrulan her birey eninde sonunda sevmeyi bilen ve sevilen birisi oluyordu. Sevmeyi öğretmenin ise tek bir yolu vardı: onu anneden öğrenmiş olmak…

Sofra toplandı, son çaylar içildi. Günün programı yapıldı. Henüz kahvaltıdan kalkılmıştı ama öğle vakti yaklaşmıştı bile.
-amca!
-ben malzemeleri arkaya,
-amcaaa!
-taşımaya başlayayım yavaş yavaş,
-amcaaaaa!
-sen de gelirsin dedi ağabeyine. Ardından yerinde duramayan yeğenine dönerek;
-evet oğlum, ne diyorsun? Söyle bakayım şimdi.
-amca, omletim nasıl olmuştu ama?
-harikaydı, hiç böylesini yemiş miydim? Yemememiştim. Ellerine sağlık, dedi ve gözleri ile okşayıp yeğenini, kahvaltı için herkese teşekkür etti ve çıktı.

Ersin Eren

aysaa

Related Posts

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

10 Comments

  1. Yine efsaneydi hele mizaç denen doğarken bizimle gelenlerin sevgiliye harmanlanınca tastamam hayırlı vicdanlı ve eğlenmeyi bilen bir karaktere döndüğü fikrine çok fena aktım ben… kalemine sağlık can.

    • Seninle çok benzer zevklerimiz ve heyecanlarımız var Elifim, mükemmel bir sesin olduğunu söyleyenin çok olmuştur ama harika bir okuyucu olduğunu da ben söyleyeyim, tamam olsun

  2. Afiyet,şifa olsun, adeta o sofra da oturmuş gibi bayram kahvaltısı tadında ki yazın çok doyurucu idi,yüreğinden öpüyorum sevgili yazar…

  3. Bende eski okul ‘Afrika’da bunu bulamayanlar var’ ekolünün taraftarıyım. Bakış açımı değiştiren bir yaklaşım tarzın var. Bundan sonra dikkate alacağım. Yazın beni çocukluk günlerime götürdü. Eniştemin deniz kıyısı ufacık salaş evinin terasında bir gece önce yine ufacık teknesi ile karşıdaki adalara giderek yakaladığımız balıkları samimi bir ortamda yediğimiz günlere gittim. Hayatımın mutlu günleri olarak halen en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyorum. Çocuklar ne kadar şanslı bir çocukluk geçirdiğini ömür boyu hatırlayacaktır. Sıcak bir aile ortamı ile yaşamlarına dokunmak müthiş.

    • Bir düşünür şöyle diyordu; bakış açısını değiştirebilen kişiler demokrattır. Ben o insanlarla tartışmayı daha çok seviyorum…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags