YouTube’da Çiftçi Videoları İzlerken Kendini Hollanda’da Buldu: Serap’in Göç Yolculuğu

hollanda-goc-hikayesi-serap


Bazen hayat, bir akşam YouTube’da Hollanda videoları izlemekle değişir. Serap Can’ın göç hikâyesi de tam olarak böyle başlıyor.

Beş yıl önce Ankara’da eşi ve oğluyla sürdürdüğü düzenli hayatını geride bırakıp Hollanda’ya taşınan Serap, bugün Hollanda’da NT2 öğretmeni; yani göçmenlere Hollandacayı ikinci dil olarak öğretiyor.

Bu röportajda Serap’la, Türkiye’den Hollanda’ya uzanan göç yolculuğunu, Hollandaca öğretmeni oluşunu, göçmen kadınların dil öğrenme sürecinde karşılaştıkları engelleri ve mültecilerin sessizce verdiği mücadeleyi konuştuk.

Hollanda’daki hayatın bugünlere nasıl geldi? En başa dönsek, nerede başlar bu hikâye?

Hikaye 5 yıl önce başladı. Ankara’da yaşıyorduk, eşim mühendis, ben de akademisyenim. Her şey yolundaydı, halimiz vaktimiz yerindeydi. Oğlumuz 3 yaşındaydı.

Bir bakıyoruz, her hafta birinin haberi geliyor: “Hollanda’ya gitmiş, Almanya’ya gitmiş, Danimarka’ya gitmiş.” Moda olmuştu Türk mühendislerin yurt dışına gitmesi.

Biz de dedik ki, “Biz de mi gitsek, başımız kel mi?” 🙂

Çocuk küçüktü ama kreşten sonra okul seçmek lazımdı. Biz zaten yıllardır Ankara’da adeta bir fanusta yaşıyorduk; belli başlı yerlere gidip alışveriş yapıyor, sosyalleşiyorduk. Kendi çevremizden çıkmıyorduk.

Eh, başımızdakinin de durumu belli, darbe olmuş, üç yıl geçmiş üstünden. “Deneyelim, ne kaybederiz ki?” dedik.

Hiç unutmam, bir akşam mutfakta oturduk, YouTube’da Hollanda videoları izlemeye başladık. Tarım nasıl yapılıyor gibi alakasız videolar izliyoruz. Algoritma bizi nerelere savurduysa artık 🙂 Dedim ki “Bunların çiftçilerinin çizmeleri benim şehirde giydiğim çizmeden daha temiz.” O sırada Mansur Yavaş yeni gelmişti Ankara’ya, Melih Gökçek ile geçmiş ömrümüz.

Sonra eşim dedi ki “Ben birkaç başvuru yapayım.” Anlayacağın bize “teklif gelmedi”, biz başvurduk ve kabul edildik 🙂

İlk günlerdeki yeni göç etmiş Serap’a şimdi buradan bakınca ne söylemek isterdin?

Vallahi “Komt goed” demek isterdim ama anlar mıydı, bilmem 🙂

Göçün başı kolay olmamıştır, değil mi?

Tabii ki kolay olmuyor, hele de belli bir yaştan sonra, aile kurduktan sonra. Unutamadığım iki an var. İlk haftalarımızdı Hollanda’da, 2020 yılının başları.

Hava hep gri, hep kapalı; kurşuni bir gökyüzü… Yani biliyoruz, Hollanda yağışlı ama insan yaşamadan nasıl olduğunu idrak edemiyormuş. Her gün, her saat de kapalı olmaz ya hava? Kapalıymış. Günlerden bir gün bahçeye çıktığımda gökyüzünde bir mavilik gördüm. Truman Show gibi düşün, gökyüzü aralanmış ve çok güzel bir mavilik var orada. O anda aydınlandım, meğer benim melankolim bu griliktenmiş. Ben de “Alışamıyor muyum acaba, zor mu geliyor?” diye kendi kendimi darlıyordum.

O anda kendime ultimatom verdim: “Saçmalama kızım, sen Hollanda’dasın, hava böyle, insanlar da gayet mutlu. Bir karar verdin, arkasında dur.” İşe yaradı 🙂

Çoğu şeyin farklı olacağını kabul etmek ve beklentileri en aza indirmek, hayatında yeni bir sayfa açan herkese iyi geliyor.

İkinci unutamadığım an ise şimdi anlatınca komik geliyor ama o an çok duygusaldı. Bir gün salonda oturmuş sarma sarıyorum, daha sarma yapan teyzelerden haberdar değilim.

Zaten Covid salgını başlamış biz geldikten 3 ay sonra; evdeyim yani, henüz işim gücüm yok. Öyle hamarat, börek çörek açan biri de değilim; vakit geçsin işte. Bir yandan da müzik dinliyorum, Zülfü Livaneli denk geldi. “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” dedi; ben bir ağla, bir ağla… Gözyaşlarım sarma harcına karıştı 🙂

Gören de kuş uçmaz, kervan geçmez yerlere gelin gelmişim, elimde avucumda yok sanır. Bazen bir şarkı, bir fotoğraf, böyle minicik bir şey insanı geçmişe götürüyor. İnsan tabii ki ömrü boyunca inşa ettiği o yaşamı, o çevreyi özlüyor; ama burada da yeniden inşa ediyoruz o yaşamı.

“Ben Türkiye’de şöyleydim, böyleydim” dersem işin içinden çıkamam. “Burada ne yapmak istiyorum, ne olabilirim?” diye bakmam lazım. Nihayetinde Türkiye’de inşa ettiğim her şey de benim etrafımdaydı; burada da yine yeni hayatımı kendimi merkeze alarak kuracağım.

NT2 öğretmeni olmaya nasıl karar verdin?

Ben akademisyenim, doktoramı iletişim eğitimi üzerine yaptım. Ardından iletişim, sosyal medya ve cinsiyet üzerine çok çalıştım, kitap yazdım, tüm Türkiye’de dersler verdim.

Buraya gelince önce Covid vurdu, her yer kapandı. Sonra eğitim sisteminin farklılığıyla karşılaştım. Üniversitelerde benim alanımda kadro / post-doc imkânı yoktu, iletişim eğitimi veren okullarda (hogeschool) ders verebilmek için ise C1 seviyesinde Hollandaca bilmem gerekiyordu.

Birkaç okuldan kültürel çalışmalar ve benzeri dersler kapsamında misafir öğretim görevlisi olarak davet almıştım ama sonraki adımlar için yeterli olmadı. Velhasıl, akademiye biraz ara verip dil öğrenmeye karar verdim.

Covid sonrasında farklı iş deneyimlerim oldu, özel sektörde çalıştım ancak bunun kesinlikle bana göre olmadığını anladım. Özel sektörde asla mutlu değildim; sadece para kazanıyordum ve dilim gelişiyordu, ama manevi tatminim yoktu.

Bu yol seni nasıl çağırdı?

Gerçekten bu yol beni çağırdı ya.Dil öğrenmeye başladığımda gönüllü işlere de başladım. Çevredeki yeni gelen Suriyeli ve Türk mültecilere yeni hayatlarında ve bürokratik işlemlerinde destek oluyordum, çok da keyif alıyordum. Böyle bir şey yapmalıydım ama ne? Tabii ki en iyi bildiğim şeyi: öğrenmeyi öğretmeliydim.

Dil öğrendikçe, sosyal hayatın içine dahil oldukça, gönüllü işler yaptıkça, projeler tamamladıkça daha fazlasını yapabileceğimi, potansiyelimin bundan fazlası olduğunu gördüm.

Ülkedeki öğretmen açığını, kendi hedeflerimi, bütçemi, zamanımı ve eğitim programlarını alt alta koyunca sonuç bal gibi ortadaydı; benim NT2 öğretmeni olmam gerekiyordu 🙂

Hollanda’da Hollandaca öğretmek nasıl bir deneyim?

İnanılmaz farklı bir dünya. Biz klasik eğitim sisteminden geliyoruz; öğretmen sınıfa girer, öğrencilere bilgi verir, ödev verir, öğrenci dinler, tahtaya bakar, yaz denileni yazar ve herkes evlere dağılır. Öğretmen merkezli eğitim, öğretmeni çok yoruyor. Asıl yorulması gereken öğrenci!

Yorulmadan, zahmet etmeden öğrenme gerçekleşmiyor; “öğrendim” sandığınız şeyler uzun süreli hafızaya kaydolmuyor.

Burada çocuk büyüten herkes biliyor zaten; çocuklar ilkokulda oyun oynayarak, sunum yaparak, proje çalışması yaparak, sorumluluk alarak büyüyor. Orta dereceli okullarda da öğrenci merkezli öğretim modeli mevcut. Hiçbir öğretmen 40 dakika ders anlatıp çıkmıyor. Öğrenme, öğrencilerin merkezde olduğu ve sorumluluk aldığı çalışma biçimleriyle gerçekleşiyor ve bu sayede kalıcı oluyor.

NT2 (Nederlands als tweede taal)’de de durum böyle. Sıraların sınıftaki dizilişi bile farklı. Öğrenciler gruplar halinde oturuyor ve hem birbirine öğretiyor hem birbirinden öğreniyor. NT2 eğitim programında da zaten Hollandaca’yı nasıl öğreteceğinizi değil, kendi kendine öğrenmeyi nasıl öğreteceğinizi, kalıcı öğrenmeyi nasıl aktive edeceğinizi, nasıl eğlenceli bir öğrenme ortamı yaratabileceğinizi öğreniyorsunuz.

Öğrencilerinle ilişkin nasıl, seni en çok ne heyecanlandırıyor?

İnanılmaz keyifli! Her hafta öğrendiklerimi derslerimde uyguluyorum. Gerek öğrencilerimden gerek kendi iç kalite birimimizden, direktörlerden gelen geri bildirimler hep olumlu.

Öğrencilerim ise çoğunlukla mülteciler. Farklı gruplarla çalışıyorum: genç yetişkinler, yetişkinler ve okuma yazma bilmeyen ya da çok az bilen yetişkinler. Genç yetişkinler aslında çocuk gibiler. Ellerinden telefonu almanız gerekiyor; geç geldiklerinde özür dilemeyi, tuvalete gitmek için izin almaları gerektiğini öğretmeniz lazım. Tabii bunlar aynı zamanda düzgün, kurallı Hollandaca cümle yapıları kullanmak anlamına da geliyor. Birçoğu kendi ülkelerinde okula gitmemiş. Yani aslında onlara dilden önce yetişkin olmayı, toplu yaşamayı, saygının sadece dilde kalmaması gerektiğini öğretiyorum.

Yetişkinler de yetişkin ama aslında hepsi travmatize olmuş insanlar. Savaştan, diktatörlerden kurtulup gelmişler; belli bir yaşın üstündeler, ne yapacaklarını bilmiyorlar.

Dil öğrenmek istiyorlar ama onu da nasıl öğreneceklerini bilmiyorlar.

Bilgisayar kullanmayı bilmiyorlar, derse zamanında gelmeyi bilmiyorlar… Hepsini öğretiyorum.

Çoğu mülteci Suriye’den. Türkiye’de vakit geçirmiş olanlar, Türkçe konuşanlar da var. Bu anlamda onlar için rol model de oluyorum. “Sen 5 yıldır mı buradasın, öğretmen mi oldun, maşallah,” diye karşılarında bir Türk gördüklerine seviniyorlar.

Ortak kelimelerimiz de olunca hoşlarına gidiyor. “Gemeente ne demek?” diyor, “Belediye” diyorum. Derse ara veriyoruz, “Yallah” diyorum, gülüyorlar. Böyle şeyler işte 🙂

Çevrende göçmen kadınların en çok nerelerde desteğe ihtiyaç duyduğunu gözlemliyorsun?

Göçmen kadınlar evde kalıyor. Belediyeler her şehirde farklı şekilde çalışıyor ama genelde çocukların okul öncesi kurumlara gidebilmesi için verilen destekler yetersiz. Dolayısıyla çocuğunu bırakacak kimsesi olmayan kadınlar kursa devam edemiyor. Ya çocuklara en azından kurs süresince gönüllü ve/veya stajyerler tarafından göz kulak olunması işinin düzenlenmesi gerekiyor ya da kadınların evden takip edebileceği online eğitim programlarının (A1-A2 seviyelerinde) hazırlanması gerekiyor.

Eğitim programları da e-learning yazılımları ile her kursiyere belirli bir saat kısıtı verilerek sağlanmalı. Yani kursiyer, tıpkı fiziksel bir kursa gider gibi zamanında verilen programı başarıyla tamamlamalı.

Bunun dışında, Türk göçmenler özelinde, aslında WhatsApp üzerinde inanılmaz fazla grup var, yani her şeyi, her hizmeti bulabilmek mümkün. Facebook’ta da pek çok grup var; gerek sadece kadınlara, gerekse genele hitap eden, dolayısıyla iletişim konusunda yeni gelen bir göçmenin artık bir sıkıntısı olmamalı.

Bizim derdimiz zaten iletişimden ziyade lobicilik. Hollanda’daki en büyük azınlığız ancak ne bir siyasi oluşumumuz var, ne bir örgütlenmemiz, ne de büyükelçilik bu yönde çalışıyor.

Herkes sadece kendi düşüncesindeki 3-5 kişiyle bir araya geliyor, bir dernek, vakıf, grup her neyse kuruyor, sonra bu kemikleşiyor, klikleşiyor, dışarıdan katılım zorlaşıyor. Bu gruplar da hiç bir araya gelmiyor. Hollanda siyasetini aslında etkileyebilecek, sözümüzü geçirebilecek büyüklükte ve yetkinlikte insanlarız ama bir araya gelip lobicilik yapamıyoruz.

Büyükelçiliğimiz ise önemli gün ve bayramlarda dahi küçük bir gruba kutlama daveti gönderiyor, kerameti kendinden menkul influencer isimleri davet ediyor; sanki biz Türk vatandaşı değilmişiz gibi, haberimiz bile olmuyor.

Özel dernek ve vakıfları anlarım ancak büyükelçilik ve konsoloslukların Amsterdam-Rotterdam-Deventer ve yeni yeni Eindhoven’dan başka yeri görmemesini anlayamıyorum. Başka resmi kurumların, enstitülerin ne yaptığını ise bilmiyorum açıkçası. Anlatsınlar, tanıtsınlar da bilelim.

Bunun yanı sıra 60’larda gelen gurbetçi nesil ile yeni gelen gurbetçi nesil (hadi “highly skilled migrant” diyeyim, kimse darılmasın) arasındaki soğukluk bir başka sorunumuz. Bu iki grup da bir araya gelmiyor, gelemiyor.

Anlayacağın, 18 milyonluk ülkede 500 bin kadar kişiyiz ama bir araya gelip de bir etki gösteremiyoruz. Örneğin, Türk çocukların bitirme sınavlarında Türkçe dersinden sınava girebilme hakkı olduğunu çoğu kişi bilmiyor. Canan Gönençay Hoca, çocuklar bu hakkı kullanabilsin diye tek başına çırpınıyor.

Hollanda’daki güncel sığınmacı tartışmaları seni nasıl etkiliyor? Bu konuda neler hissediyorsun?

Bugünkü Wilders hükümeti, aşırı sağcı, at gözlüklü, bilime ve mantığa dayanmadan, tamamen duygular üzerinden siyaset yapmaya çalışıyor. Zaten bu radikal sağın klasik tavrıdır: halkın rızasını korku, milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden kazanır; duyguları kışkırtarak hegemonya kurar ve hep kısa vadeli çıkarları ön planda tutar.

Ne yazık ki biz de tam böyle bir döneme denk geldik; ırkçılık ve milliyetçilik tüm dünyada yükseliyor. Bu “ideolojiler” yukarıdan pompalanıyor ve daha görünür hale geliyor olabilir, ama yine de sağduyulu insanların çoğunlukta olduğunu unutmamak gerek. Bunu, Marjolein Faber’in neredeyse her hafta bir yenisini yumurtladığı skandallara halkın gösterdiği tepkilerden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Çiftçiyi köşeye sıkıştıran iklim tedbirleri, savaşlar, uluslararası gerginlikler ve artan mülteci hareketliliği, Hollanda’da bu sağcı koalisyona olanak sağladı. Neyse ki, hiçbir vaatlerini de gerçekleştiremiyorlar. İnsanların istediği şey aslında basit: sadece bir hayatımız var, en fazla 80-90 yıl; güzel yaşayalım, güzel yiyip içelim, fazlası değil. Velhasıl, kurulduğundan beri çok sallanıyor hükümet, kör topal ilerliyor. Bir daha da böylesi sağcı bir hükümet kurulmaz diye düşünüyorum.

İnsanlar bilmedikleri şeyden korkarlar, korktuklarını da etraflarında istemezler. Ancak bir Black Mirror bölümünde yaşamıyoruz.

Mülteci dediğimiz, sığınmacı dediğimiz insanların da bir kurulu düzeni, bir hayatı, hayalleri, planları vardı. İnsanlar, kültürü, dili, dini tamamen başka olan yerlere, ellerinde bir plastik torbayla, çölleri yürüyerek, nehirlerden yüzme bilmeden botla geçerek “hava değişikliği olsun” diye gelmiyorlar. Mecburlar. Onların da bir hayatı var, güzel yaşamak istiyorlar.

Herkes vatanını sever, vatan insanın evidir; ancak karşında Golyat varsa ve sen Davut değilsen, öldüğünle kalıyorsun, zalim zulmüne devam ediyor, senin de evin başına yıkılıyor. Ne hikâyeleri var insanların, bazılarınınkini dinlemeye dayanamazsın.

Eskiden ben de böyle düşünmezdim. “Gitsinler vatanlarını savunsunlar, ayaklansınlar, insan şöyle yapar mı, böyle eder mi?” diye “fikrimi” beyan ederdim. Bu insanları tanıdıkça, olanı biteni öğrendikçe gerçek bir fikir edinebildim. Ve artık onları bildiğim için onlardan korkmuyorum.

Şehrime AZC (Sığınmacı Merkezi) mi geliyor? Gelsin. Holokost’tan bu yana daha 100 yıl olmadı, Gazze’de gözümüzün önünde soykırım yapıyor İsrail. Esad kaçınca Sednaya hapishanelerini gördük. IŞİD’in, Taliban’ın korkunçluğu zaten malum. Bari bir şekilde kaçana, göçene kapımızı açalım.

Herkes insanlık onuruna yakışır hayatlar yaşasın. Tabii ki ben bunları, sığınmacıları uluslararası anlaşma ve kurallar çerçevesinde alan ve belirli prosedürleri uygulayarak onları sisteme dahil eden Hollanda için söylüyorum.

7. Sana ilham veren kadınlar oldu mu? Güç aldığın birileri var mı?

Çok mu ukala olur bilmiyorum, olursa da olsun yani ama yok, ben kendimden güç alıyorum. Tek çocuğum, geniş bir ailem de yok. Ne yaptıysam kendim yaptım. Planlarım, çalışırım, ciddi zaman ve emek veririm; sonunda geç olur, güç olur ama olur. Dil öğrenmek de böyle oldu, yeni hayatımızı kurmak da.

Pippi Uzunçorap’ın mottosunu da severim:
“Ben bunu daha önce hiç yapmadım, öyleyse yapabilirim!”

8. Göçün başında olan bir kadına, bir cümleyle ne söylemek istersin?

Komt goed! (Yani, her şey olacağına varır.)

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *