Türkiye ile Hollanda arasında imzalanan iş gücü anlaşmasının üzerinden tam 60 yıl geçti.
Bu anlamlı yıl dönümünü anmak üzere, Turkish Professionals Network Eindhoven (TPN-E) tarafından düzenlenen özel bir gecede, Hollanda’ya gelen birinci nesil Türk göçmenlerin hayatına ışık tutan etkileyici bir belge filmle tanıştım: Mektup.
Film, sadece göçün tarihsel yönünü değil; onun yükünü, yalnızlığını, sessizliğini ve geride bırakılanları da içimize taşıyordu. Gözlerin içine yerleşmiş o anlatılmamış hikâyeler, ilk kez bu kadar sahici ve sade bir dille görünür olmuştu.
Kimi zaman güldürdü, kimi zaman ağlattı. Ama en çok da düşündürdü: Nereden geliyoruz, neyi unutuyoruz, neyi taşıyoruz içimizde?
Film bittiğinde içimde tek bir merak kalmıştı: Bu kadar içten, sade ve dokunaklı bir anlatımı kim bu kadar samimi yapabildi? Cevap çok uzak değildi.
O hikâyelerin ardında, aynı duygularla büyümüş bir isim vardı: Emre Kalender. O sadece bir yönetmen değil, bir hafıza taşıyıcısı. Göçün çocuklarından biri…
Şimdi kamerasıyla göçün sessiz çığlıklarını görünür kılıyor. Sanatla, kelimelerle ve o çok tanıdık sessizlikle…
Bazı insanlar vardır, sadece iş üretmez… Hikâye anlatır. Kalpten, derinden, içimize dokunan hikâyeler…
İzlediğim ‘Mektup’ belgeselinde siz de tam böyle bir izlenim bıraktınız bende.
Peki, Emre Kalender kimdir? Bu yolculuk nasıl başladı? Sizin göç hikâyeniz neydi?
Annemle babam, gurbetçi bir ailenin çocukları olarak yıllar önce Türkiye’ye dönmüşler. Benim çocukluğumun büyük bir kısmı Antalya’da geçti. Ancak babamın vefatı, hayatımızda büyük bir kırılma noktası oldu.
O kayıptan sonra, henüz çocuk yaştayken annemle birlikte Hollanda’ya, yani onların gençliğinde göç ettikleri ülkeye döndük.
Benim göç hikâyem, her büyük değişimde olduğu gibi, acı bir başlangıçla yazıldı.
Yeni bir ülkede, yeni bir dilde, yeni bir kimlik inşa etmek zorundaydım ama aynı zamanda bu zorluklar, beni ben yapan şeyler oldu.
Göç sadece bir yer değiştirme değil ;aynı zamanda bir ruh hâli, bir hafıza ve sürekli değişen bir kimlik meselesi benim için.
Bu içsel yolculuk beni sanata yönlendirdi. Hollanda’da Fontys Sanat Okulu’nda iki farklı bölümde eğitim aldım: Docent Beeldende Kunst en Vormgeving (Görsel Sanatlar ve Tasarım Öğretmenliği) ve Design Art & Communication.(Tasarım, Sanat ve İletişim) bu eğitim süreci, hem kendimi tanımamı sağladı hem de anlatacak bir dil, bir araç sundu bana.
Bugün, yaratıcı işler ürettiğimiz Bold Brand adlı kendi kreatif ajansımda; sanat, iletişim ve tasarımı bir araya getirerek hem bireylere hem markalara hikâyelerini anlatmaları için alan açıyorum.
Aynı zamanda bir öğretmen olarak çocuklara alanımda eğitim vermekteyim.

Aslında hâlâ anlatmaya, anlamaya ve ait olmaya çalışan bir göçmen çocuğuyum. Sadece elimde artık bir kamera, bir kalem ve bir bakış var.
“Mektup” filminin ilham kaynağı neydi? Bu projeye başlama süreciniz nasıl gelişti?
“Mektup” filmi aslında bir okul projesi olarak başladı. Fontys Sanat Akademisi’nde son sınıf öğrencisiydim ve mezuniyet projemi bir belgesel üzerinden yapmak istiyordum. Tam da o dönemde, Türkiye’de Yasin Torunoğlu’nun benzer bir belgesel projesi yürüttüğünü ve bu projede yer almam için teklifte bulunuldu.
Ekibe katılma fırsatı doğdu ve böylece hem bireysel hem kolektif bir yaratım sürecine dahil oldum. Filmin ilham kaynağı ise tamamen kişisel bir yerden geliyor: Göçün hayatımda bıraktığı izlerden.
Benim göç hikâyem zorluklarla doluydu ama yine de birinci jenerasyonun yaşadığı mücadeleler çok daha derindi.
Onları gerçekten anlamak istedim. Neler hissettiler, neyi kaybettiler, neleri içlerine gömdüler…
Bu soruların peşinden gittim. “Mektup”, aslında bir anlamda o kuşağa duyduğum saygının ve merakın bir ifadesi oldu.
Çekim sürecinde sizi etkileyen ya da zorlayan bir an oldu mu?
Evet, kesinlikle. Aslında her çekimde, özellikle konuştuğum amcaların gözlerinde o ilk geliş anlarının heyecanını yeniden gördüm. Kamera karşısına geçtiklerinde, sanki yıllar öncesine dönüyorlardı; sanki o ilk kez Hollanda’ya adım attıkları anı tekrar yaşıyorlardı.
O bakışlardaki duygu çok etkileyiciydi. Ama beni en çok etkileyen şey, her sohbetin bir yerinde o ayrılığın acısının yüzeye çıkmasıydı.
Sessizce taşıdıkları dram, kelimelerin arkasında gizliydi. Bir şeyleri geride bırakmanın, ait olamamanın ve sessizce direnmenin duygusu…
İşte o anlar, çekimlerin en ağır ama en gerçek yerleriydi.
Bu hikâyenin devamı gelecek mi? Belki ikinci nesil göçmenlerin perspektifinden yeni bir anlatı?
Bu hikâyenin adı “Mektup” çünkü içinde 1950’lerden bu yana Avrupa’ya gelen yaklaşık 30 birinci jenerasyon dedemizin göç hikâyelerini barındırıyor.
Göçün getirdiği tüm sorunları, duyguları, ayrılıkları, sevgileri ve tutkuları bu anlatıda bulmak mümkün. Bu ismi seçmemin nedeni, geçmişten gelen bu güçlü hikâyeleri yalnızca belgelemek değil; aynı zamanda onları gelecek nesillere bir mektup gibi ulaştırmaktı.
“Mektup”, sadece birinci jenerasyonun değil; aynı zamanda ikinci, üçüncü ve dördüncü jenerasyonların da anlatılarını kapsayan bir yapı taşıyor.
Bu yüzden bu projeyi yalnızca tek bir filmle sınırlı bırakmak istemiyorum. Bu hikâyeyi bir dizi hâline getirerek, her bölümde farklı bir jenerasyona, farklı bir kesite odaklanmayı planlıyorum
Hollanda’da yaşayan bir Türk olarak kendinizi bu iki kültür arasında nasıl konumlandırıyorsunuz?
Aslında kendimi iki kültür arasında bir yere konumlandırmak istemiyorum. zira ne tam anlamıyla Hollandalı olabiliyorum, ne de tam anlamıyla Türk. Bu yüzden bu tür sınıflandırmalara karşıyım.
Avrupa’da yaşayan Türk toplumunun, aslında üçüncü bir kültür oluşturduğuna inanıyorum. İki kültürden de parçalar alıyoruz ve zamanla bunlar harmanlanarak bambaşka, bize özgü bir yapı oluşturuyor.
Bu sadece yaşam tarzımıza değil, dilimize bile yansıyor bazen yarı Türkçe, yarı Hollandaca konuştuğumuz oluyor.
Bu durum, iki kültürün birleşip adeta yeni bir kimlik ‘doğurması’ gibi. Kendimi belirli bir kültür içinde konumlandırmıyorum ancak eğer bir aidiyet hissinden bahsedecek olursam, bu aidiyetin İslam kültürüne yönelik olduğunu söyleyebilirim. O, benim için daha evrensel ve sabit bir zemindir
Köklerinizin üretiminize etkisi sizce nasıl bir yere oturuyor?
Kökenim, yani göçmen bir geçmişe sahip olmam, yaratıcı sürecimde çok önemli bir rol oynuyor çünkü ben de aynı göç deneyimini yaşadım; o yüzden karşımdaki insanları, onların duygularını, kırılganlıklarını ve dirençlerini gerçekten anlayabiliyorum.
Bu empati, sanatımın temel taşlarından biri. Sadece teknik bir anlatım değil, duygusal bir aktarım peşindeyim.
Göç sizin için bir tema mı, yoksa yaşamın ta kendisi mi? Bunu sanata nasıl taşıyorsunuz?
Sanatla uğraşan pek çok kişi gibi ben de ilhamımı yaşadıklarımdan ve çevremde gözlemlediklerimden alıyorum.
Göç teması benim için sadece bir konu değil aynı zamanda hayatımı kökten değiştiren, kimliğimi şekillendiren bir gerçeklik.
Göç, bireyin psikolojisi üzerinde derin etkiler bırakıyor, bu yüzden beni hem kişisel hem de sanatsal olarak çok etkiliyor.
İnsanları gözlemlemeyi, onların davranışlarının arkasındaki nedenleri araştırmayı seviyorum. İnsan psikolojisine olan bu ilgim, sanatımda da kendini gösteriyor.
Ürettiğim her işte, bir şekilde insanın iç dünyasına, sessiz çığlıklarına ya da bastırdığı duygulara dokunmaya çalışıyorum.
Göç de tam olarak böyle bir şey: Dışarıdan bakıldığında sıradan görünen ama içinde büyük duygular barındıran bir yolculuk.
Son yıllarda Avrupa’ya gelen “expat” göçmenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Onların göç deneyimiyle sizinki arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?
Aslında bu konu oldukça tartışmalı ve çok katmanlı. Ama temelde bakıldığında, yeni nesil “expat” göçmenlerle bizim gibi klasik göçmenler arasında büyük farklar olmadığını düşünüyorum.
Evet, onlar genellikle daha eğitimli, İngilizce bilen ve kendini daha iyi tanıyan bireyler. Bu yüzden geldikleri ülkeye uyum sağlamaları daha kolay olabiliyor. Ayrıca Türkiye’deki mevcut sosyal ve ekonomik sıkıntılar da onları daha güçlü bir aidiyet duygusuyla buraya bağlıyor.
Ama günün sonunda, onlar da bizim gibi evlerini, ailelerini, alıştıkları hayatı geride bırakarak bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıktılar.
Daha iyi bir yaşam umuduyla, tanımadıkları bir coğrafyada kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Bu noktada göçün getirdiği yalnızlık, yabancılık ve yeniden başlama duygusu hepimiz için ortak.
“Mektup” izleyicilerle buluşunca nasıl geri dönüşler aldınız? Özellikle birinci nesil göçmenler veya onların çocuklarından…
“Mektup” yayımlandıktan sonra çok güzel ve anlamlı tepkiler aldım—özellikle birinci nesilden ve onların çocuklarından. Filmde yer alan, artık aramızda olmayan amcalarımızın ailelerinden gelen geri dönüşler beni çok duygulandırdı.
Bu çalışmanın ne kadar önemli ve değerli olduğunu bir kez daha görmüş oldum aynı zamanda bunun sadece bireysel bir proje değil, Türk toplumu için de kolektif bir ihtiyaç olduğunu fark ettim. zira bu film, sessizce yaşanmış ama hiç anlatılmamış birçok duyguyu görünür kıldı.
Özellikle Rotterdam Başkonsolosumuz Sevgi Kısacık’ın gösterdiği ilgi ve destek, benim için büyük bir onur kaynağıydı. Bu ilgi, yaptığım işin sadece sanatsal değil, aynı zamanda toplumsal bir değeri olduğunu da hissettirdi.

Bu film sizce neyi görünür kıldı?
Bu film, uzun süre sessiz kalan ve zamanla unutulmaya yüz tutmuş birinci jenerasyonu gerçekten görünür kıldı.
Onları bir araya getirip bir masaya oturtmamın ve kameraya bakmalarını sağlamamın en büyük sebebi tam olarak buydu: O gözlerin içinde yaşanmışlıkları göstermek. zira sadece sözlerle değil, bakışlarla da çok şey anlatıyorlardı. O gözlerde dramı, zorlukları, küçük anılardaki komediyi ve en önemlisi de gururu göstermek istedim.
Bu film, sadece onları değil, bizim kolektif hafızamızın bir yansıması oldu.
Göç, kültür ve kimlik temalı yeni projeleriniz olacak mı?
Evet, göç, kültür ve kimlik temaları etrafında şekillenen yeni projeler üzerinde çalışıyorum.
“Mektup” belgeseliyle birinci nesil göçmenlerin hikâyelerini görünür kılmayı hedeflemiştim. Şimdi ise bu anlatıyı genişleterek, ikinci ve üçüncü nesil göçmenlerin deneyimlerine odaklanan bir belgesel dizisi oluşturmayı planlıyorum.
Bu projede, farklı nesillerin göç deneyimlerini, kimlik arayışlarını ve kültürel etkileşimlerini derinlemesine incelemeyi amaçlıyorum
Film yapmak isteyen, özellikle göçmen kökenli gençlere ne tavsiye edersiniz?
İnsanın zihni adeta bir kamera gibidir. Gözünüzü açtığınız ilk andan itibaren çevrenizde olup biten her şeyi kaydeder.
Bu görüntüler, zamanla düşüncelerinizi, duygularınızı ve davranış biçimlerinizi şekillendirir.
Aslında film yapmak da tam olarak böyledir biriktirdiklerinizi anlamlandırmak ve başkalarına göstermek meselesi.
Bu yüzden, genç bir yaratıcı olarak kendinize önce şu soruyu sormanız gerekir: “Neden film yapmak istiyorum? Neden elimde bir kamera var?” zira kamerayı elinize almanız sadece bir görüntü yakalamak için değil; bir fikri, bir hissi, hatta bazen bir haykırışı görünür kılmak içindir.
Şimdi düşün: Kimin düşüncesini değiştirmek istiyorsun? Ve neyi anlatmak istiyorsun? Cevaplar oradaysa, hikâye de çoktan başlamıştır.

“Anlatmak istiyorum ama nereden başlayacağımı bilmiyorum” diyen biri için ilk adım sizce nedir?
Nereden başlayacağımı bilmiyorum” diyorsan, aslında anlatmak istediğin şeyi zihninde henüz netleştirmemişsin demektir.
Ben de böyle birine şunu söylerdim: Önce kendi hikâyeni, kendi içinde tamamla. Ne anlatmak istiyorsun, neden anlatmak istiyorsun? Bu sorulara dürüstçe cevap verdiğinde, nereden başlayacağını zaten kendiliğinden bulursun. Hikâye önce içeride başlar, sonra dışarıya taşar.