Ege’nin En Sakin Rüzgarları

Ege’nin En Sakin Rüzgarları

Hissetmediğin hisleri hisettiğini hissetiğin anda hissettiğin his, AŞKmış.

Hayat boyunca sedece tek bir kişiyle sadece o anda yaşanıp bir daha asla o denli yoğun hissedilemeyecek tek bir duygu olur kuzum ve o duygu yaşanacaksa, birazdan sana anlatacağım gibi işte öyle yaşanmalı, en derin hislerle doruklara çıkarcasına yani. Sonunu düşünmeden ve kalbin yırtılırcasına çarpmasına rağmen zerre korkmadan ve sakınmadan atın ölümünü arpadan…

Yaz bitmiş, yazlıkçılar gitmş, sararmış uzun otlar eylül rüzgarlarında boyunlarını eğmeye başlamışlardı. Doğanın tüm güzellikleri de inadına baş göstermeye, insanların birer ikişer gidişini saygıyla selamlamaya durmuştu. Ege’nin en sakin rüzgarları yanaklarımızı yalarken, yaz aylarının aşırı sıcakları da adayı terk etmişti. Esen rüzgar ile kuru otların, çatlamış toprakların kokusu yağmur bulutlarının iştahını kabartmış, gökyüzü sadece gün batımlarında değil, gün doğumları da dahil her vakit ilham vermeye, serenat yaparak en korunaklı gönülleri bile fethetmeye soyunmuştu. Binanaleyh, bereketin, hasatın, umudun, olgunlaşan sevdaların ayı, eylül gelmiş de çatmıştı.

Ben o zamanlar gencecik filinta gibiydim kuzum, bakma şimdiki halime. Karşılaşmış olsaydık eğer, gözlerimden, sadece gözlerimden bile her şeyi yapabileceğimi anlayabileceğinize eminim. Neler mi yapabilirdim? Demek merak ettin kuzum. Tamam tamam, hepsini tane tane anlatacağım şimdi. Yaşamanın ve varlığın ne kıymetli olduğunu da hep beraber görürüz hem.

Haki yeşil bir asker çantam vardı o zamanlar, askere de henüz gitmemiştim ve bulunduğum her yerde bu çantaya yazılar yazan arkadaşlarım olurdu. Dönüp dönüp okuduğum bu yazılar hatıralarımı canlı tutar, taşıdığım çantanın yükü olduğundan daha az çekerdi sırtımda. İşte bu çantaya, iki güzel şarap bardağını gazeteye sarıp bir şişe kırmızı şarapla beraber yerleştirmiştim. Şişeyi açmak için gerekli olan tribişonu bile unutmamıştım. Emanet de cebimdeydi zaten. Biraz da yolluk alıp yanıma, bildiğim her şeyi anlatmaya doyamadığım bir hayale, ‘Hadi düşelim yollara, gün bizim günümüz, gün doğayla bütünleşme, doğaya karışma günüdür.’ dedim.

El ele, omuz omuza yoldan çıkıp başak tarlalarının içine doğru yürümüştük. İlk durak yerimiz, çocukluğumdan beri her yürüyüşe çıktığımızda muhakkak gölgesinde dinlendiğimiz incir ağcının altıydı. Yıkık bir çeşme, bir tapınak ve incir ağacından oluşan bu üçlünün tamamlayanı deniz manzarasıydı. O ana kadar aklımızda; sararmış otların içindeki dikenlerden sakındığımız bacaklarımız, kokularına esir olduğumuz otlar, geçmiş koca bir yazın hatırmızdaki hüznü vardı.

Bu sırada sırtımızı döndüğümüz denizden de uzaklaşmıştık. Ne zaman ki, doğanın bizlere oturup dinlenmek, hatta biraz uzanmak için sunmuş olduğu kayalığa gelip de yüzümüzü denize döndük, o zaman büyülenmiş gibi sırtımızı kayalığın dibinden fışkırmış incir ağacına dayayarak oturduk. El ele omuz omuza bir kez daha yoldan çıkıyorduk.

Neler anlatmıştım kim bilir, anlatmayı severim bilirsin kuzum. Yaşadıklarım bir mıh gibi kalıyor zihnimde istemsizce ve bu mıh paslandıkça bana direnç katıyor, güç veriyor hem de. Anlattıkça da pası sökülüyor, daha derine çakılıyor sanki. Ben yaşamayı anlatmak için de severim yani. Yaşamak ağır basıyor ama yaşananların başkalarına da kapılar açması icap etmez mi? Eder değil mi? Yani diyorum ki; bir konuyu senden dinleyen birisinin onu yapmak için yüreği pır pır ediyorsa, yani soğuk da olsa bir pazar günü bahçeye çıkıp dalları budamak için eline makası aldırıyorsa anlattıkların, ya da kışın kış günü buz gibi bir denize atlamak dahi kesmiyor da Umbertooo diye derya denize bağırma hissini kışkırtıyorsa, ya da ne bileyim gidip çiçekçiden fiyatını bile sormadan renk renk sardunyalar aldırıyorsa, hele hele bin sayfalık dev bir kitabın ilk sayfasını çevirmek için cesaret veriyorsa, kısacası yani sana azıcık da olsa yaşam heyecanı pompalıyorsa anlatmalısın her şeyi üşenmeden, yılmadan, kıvırmadan, dosdoğru; tıpkı yaşadığın gibi. Tabi yaşadığın sevdalarını da anlatacaksın korkmadan en önemlisi.

-Ne oldu, dede? Canım benim yaaa! Biraz su getireyim mi, ister misin?
-Getir kuzum, getir. O kadar derinlere indiğinde önce boğazın düğümlenir, sonra kurumuş topraktan süzülen pınarlar gibi, gözlerinden de yaşlar boşanır tabi. Normaldir.
-İstersen devam etmeyelim, dedecim.
-Olur mu hiç kuzum? Hem belki senin de yüreğine dokunur. Sonrası bir bakmışsın gönlünün mührü çözülüvermiş. Mühürü çözen hakiki tılsımı da söyleyeyim sana kuzum; göz yaşıdır. Her kim ki, beton yığınlarının arasında kalmış yalnız bir ağacı, apartmandan inerken gördüğü yavrusu ölmüş bir kedinin başında miyavlayan biçare annesini, yağmayan yağmurda bitkileri ve Afrika’daki kurumuş dudakları, seyrettiği bir filmde uzaklara bakan yalnız kadının derdini kendine dert edebiliyor ve bu dertle ağlayabiliyorsa ve sen ona yakın olabiliyorsan kuzum; güzel yüzünü güldürecek, gönlünün mührünü çözecek tılsıma sahip kişiye de oldukça yakınsındır.

Derin bir nefes alıp yüksek sesle verdi nefesini:
Hhhhhhhhhhhhhhhhhhhh

Velhasılı incir altında sırt sırta oturup biraz su içtik. Bu sırada ben o ve ondan önceki yazlarda o yokken yaşadıklarımızı anlatıyorum tabi ki.

Görüyor musun? Bak, şu tepedeydik işte. Akşam gün batımında fotoğraflar çekmek için tırmanırken içi yanmıştı ya ağabeyimin, anlatmıştım daha önce de; termosta soğuk su var zannedip kaynar çayı dayamıştı ya ağzına. İşte şu karşıki tepeleri görüyorsun ya, oradan aşağıya dikenleri yararaktan, bahçe duvarlarının üzerinden uçaraktan denize doğru koşup gitmişti. Biz de ne kaynar çaydan, ne ağzının yandığından habersiz kara sevda başına vurdu her halde deyip devam etmiştik muhabbetimize ya. İşte orası, şurasıdır. Kayalıkların üstü yani, gördün mü?

Ya da denize gitmek için eski bir amerikan arabasına bagaj dahil on dört kişi üst üste nasıl bindiğimizi, köprüden denize Umbertooo diye bağırarak nasıl atladığımızı, denizin içindeki çapraz demirlere yüzüp çuvallara doldurduğumuz midyeleri nasıl afiyetle yediğimizi, kumsalda yaktığımız ateşlerin odununu hangi şantiyeden arakladığımızı, kıyı boyunca elimizde kova, omzumuzda serpme denilen kurşunlu bir ağ ile tuttuğumuz balıkları anlatıyordum heyecanla.

Küreklere asılıp enginlere doğru açıldığımız denize bakıyorduk bir yandan ve ben iğde ağacının altında tavla oynarken şansa, zara, aşka dair söylediğimiz sözleri, sonrasında birbirimizi nasıl kızdırdığımızı, kızınca nasıl kavga ettiğimizi, kavganın sonunda birbirimizi nasıl denize attığımızı, araba sürmeyi öğrendiğimiz yollardaki tehlikeli kavşakları ve hatta arabayı şu karşıki dağa çarptığımız gün, Zombie şarkısında nasıl da deliler gibi bağırmakta olduğumuzu anlatmaya devam ediyordum.

Ben anlatıyordum, o dinliyordu; ben anlatıyordum, o ne anlıyordu bilmiyordum, ama gözlerinde hayranlık olduğunu seziyordum. Bu deli oğlana nasıl tutuldum diyordu her halde o da içinden ve bakalım neler olacak acaba.

Düştük yine yollara. Patikaları takip ederek, bazı bazı dik yerlerde korkarak, tam iki saat yürüdükten sonra yıkık değirmene vardık. Buradaki hakim rüzgar poyrazdı, yönünüz kuzeydi. Kaz Dağları’ nın eteklerinden tüten orman kokusunun, denizin tuzuyla karışıp esen rüzgarla bize ulaşan havasını solurken bir yandan da yolluklarımızı yiyor ve ufka bakıp geleceği düşlüyorduk. Ben ne düşlüyordum, o ne düşlüyordu acaba. Sonrasında ikimizde sarılıp birbirimize, gözlerimizi kapatıp rüzgarın sesini dinlemiş, hatta biraz üşümüşsek de, göz kapaklarımızın altında pırıl pırıl parlayan gözlerimizin ateşini söndürememiştik. Şairin dediği gibi;
Heeeey! 
Ne duruyorsun be, at kendini denize; 
Geride bekliyenin varmış, aldırma; 
Görmüyor musun, her yanda hürriyet; 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; 
Git gidebildiğin yere.

İçimizdeki ateşi söndürmek için denize gitmeye karar verip yine yola koyuluverdik böylece. Bu kez yolumuz koyun sürülerinin açtığı patikalar değil yanımızdan geçerken tozu dumana kattığına aldırış etmeyen arabaların yoluydu. Bu yollarda parmağımızı kaldırır geçen arabaların denize giderken bizleri de arabalarına alması için can atardık. Bindiğimiz her arabanın bambaşka bir havası olurdu. Kısa bile olsa yabancı bir arabada hiç tanımadığın birileri ile yolculuk yapmak çok fikirler verir sana kuzum.

Biz ise hiç aldırmadık bu tozu dumana katan arabalara. Sanki yoktuk, sanki uçuyorduk ve sanki yanıyorduk. Yürümekten yorulmuş, terlemiştik ve ayaklarımız ağrımaya başlamıştı artık. En güzel denize, en güzel zamanda girmenin hayaliydi adımlarımızı sıklaştıran. Zor da olsa vardığımızda kıyıya, şişmiş ayaklarımızı soktuk önce suya iskeleden. Tuz, yosun, kum, taze balıkların kokusu yayılmışken her yana ve ayaklarımız perişan durumdayken, gözlerimiz hemen yanıbaşımızda yükselen çatal kayalıklara dikilmişti. Son bir nefesle zirvesine çıkmalıydık ama nasıl! Hangi güç bizi bu güzelim turkuaz rengi yumuşacık denizden, dahası ayaklarımızı gömdüğümüz ipeksi kumlardan vazgeçerek çetin ve dik ve dikenli ve hatta hatta oldukça da tehlikeli yollara koyulmamız için gayret verecekti?

Sırtımdaki çantada, şişede durmaktan bıkmış usanmış bir şiraz şarabı, yol boyu çalkalanmaktan sarhoş olmuştu kendi halinde. Gizli bir planın, hoş bir süprizin parçası olmak fikri onun da içini kıpır kıpır ediyor olmalıydı ki; tüm yetki ve sorumluluğu üstlenip komutayı ele geçirdikten sonra bu deli oğlan ile ne yaptığından habersiz akıntıda sürüklenmekte olan her şeye yabancı bu ürkek hayali kayalıklara tırmandırıp zirveye ulaştırmıştı. Zirvede güneş yakıyor, ışık gözlerini kamaştırıyor, rüzgar ayakta durmaya bile engel oluyordu. Yorgun bedenlerin endişeyle kaplandığı bu anda bardaklar çıktı, şarap şişesi açıldı.

-Kulaklarımıza gelen o sesleri hayal et, kuzum. Tıp diye şişe açılıyor, çoktan sarhoş olmuş kan kırmızısı şarap bardaklara lıkır lıkır doluyorken, daha boğazlarından bile geçmeden gençlerdeki baş döndürücü etkisini gösteriyordu. Bardaklar tokuşuyor, gözler gözlere kitleniyordu, istiyorum seni diye yayılan kokular esen rüzgara inat buram buram zirvede hakimiyet kuruyordu ki; cebimden kutuyu, kutunun içinden bir gümüş yüzüğü çıkardım. Basit, sade ama sımsıcak duygularla alınmış paha biçilemez bir yüzüktü. Hiç konuşmadık, her şey tüm çıplaklığı ile ulu orta, maskesiz ve aynı zamanda çok değerliydi. Zirve bir yangın yerine dönmüş, alev alev yanarken, sarhoş şarap şişesini aşağıya doğru savurup attım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Bir gönlü fethetmenin haklı gururunu yaşıyordum.

Sonrası mı? Sonrasını biliyorsun işte, kuzum. Sonrası zamanı durduramadık ve yaşlandık, sizler oldunuz, hayat döngüsü ilk insandan bu yana milyonlarca yıldan beri hiçbir kesintiye uğramadan nesilden nesile aktarılıp bugüne gelmiş olmakla ve sen kuzum nasıl ki benden bir iz taşımaktaysan ve ben de benden öncekilerin izini taşımışsam, bu döngü içinde hepimiz ilk insandan bu yana izler taşıdığımızın farkında olmalıyızdır. Varlığımızın vücut bulması ile beraber ortaya çıkan bu en büyük sorunsalı yaşayarak tecrübe etmek kadar, nasıl yaşayarak tecrübe etmek gerektiğine dair sorgulamamız gereken şeyler de çok ve dahası hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bizden sonrakilere ışık olmamız konusu da mühim çok…

Ersin EREN

aysaa

Related Posts

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

İsviçre Alpleri’nde Panoramik Bir Tren Macerası

İsviçre Alpleri’nde Panoramik Bir Tren Macerası

4 Comments

  1. Ne güzel kelimelere dökülmüş ölümsüzleşmiş üç şahane çocukla taçlanmış aşkın hikayesi bu yazıyla bizi de şahit kıldığın aşkının daima aynı tazelikle o herşeyi hak eden kadının hayatının şansı ile daim olacağının mührü bu yazı,güzel yüreğin eşini bulmuş daim olsun,olsun ki yüreğinde, büyüsün büyüsün dile gelsin yazıya dökülsün önümüze gelsin,sıcacık duygularınla en güzel sabahlara koca yüreklim…

    • Bizden sonra da yaşanacak bu duygular elbet ama belki bir kıymet görür nasıl yaşanması gerektiği ile ilgili

  2. Kelimelere dökülmüs muhteşem sevgi anıları
    Sevginiz daim ve herşey gönlünüzce olsun
    Harikasın Ersin kardeşim

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags