Mimarlık -3AvukatlıkDoktorluk -2

Mimarlık -3
Avukatlık
Doktorluk -2

Ölümsüz meslekleri anlama serüvenimizde üç kez mimarlık, bu haftayla beraber iki kez de doktorluktan bahsederek onları daha yakından tanıma fırsatı yaratmaya çalışıyorum. İyi okumalar…

Benim zamanımda, hatta öncesinde ve sonrasında da hiç değişmedi; üniversite sınavlarında tıp kazanmak epey zorlu bir işti. Neredeyse en iyiler tıp fakültesine gitme hakkına sahip olabiliyorlardı.

Ancak tıp fakültesini kazanmaktan daha zoru, tıp fakültesinden mezun olmaktı ve bunu ancak üniversite kapısından girince anlayabiliyordun. Eeee nihayetinde işin, insanoğlu insan; yeryüzünün efendisi olduğunu sanan yani. Ehemmiyetli iş; dikkat etmek lazım gelir. İnsan üzerinde çalışırken hata da kaldırmıyor ki.

Böyle meşakkatli bir mesleği öğrenmeye soyunmak cesaretine sahip olunduğu için dahi özel geliyor bu insanlar bana. Sadece bu yönü dahi saygı duymam için yeterliyken, daha nice çetrefilli yollardan geçiyorlar.

Ben kendi açımdan hep ama hep saygı duymuşumdur tıp fakültesi öğrecilerine, nitekim en zorlu üniversite yılları onlarındı. Üniversite kütüphanelerinin tamamına yakını bu öğrenciler ile doluydu. Yetmezmiş gibi altı sene okuyorlardı.

Eğri oturup doğru konuşmak lazım, biz de üniversite okuduk. Çevremizde de epeyce üniversite okuyan insan tanıdık. Kimisi en başarılı, en gözde üniversitelerdi. Bir kısmı istatistik okudu, bazısı kamu yönetimi, çalışma ekonomisi, endüstri mühendisliği, inşaat veya makine; işletme okuyanlar da oldu, uluslararası ilişkiler de ve hatta hukuk okuyanlar çevremde en çoktu.

Şunu çok açık ve net bir şekilde söylemeliyim ki; tıp okuyan dostlarım herkesten çok ama çok daha fazla çalışmak zorundaydılar üniversite yıllarında.

Daha iyi anlamak için mesela, derecelendirmek gerekirse mesela; işletme, iktisat kabilinden öğrenciler üç olsunlar, mimarları pek sayamıyorum, nitekim benim şahit olduklarımın hiçbirinin ders ile pek ilgileri yoktu, okudular işte; kitaplar, dergiler, film festivalleri ve müzikti dertleri. Meslekleri yüksek bir entellektüelite gerektiriyordu. Öyle yutturdular bizlere de ya da, neyse işte; mühendislere beş desek ki; kafalı atılgan çocuklardı hepsi de ama hukukçulara on demek lazımdı.

Tıp okuyanlardan sonra en çok ders çalışan hukukçulardı ve onlara on birim verdiysek, tıpçılara en az otuz birim diyorum abartmaksızın. Kendilerinden bir önce en çok çalışan gruba nazaran üç katı yani. Müthiş bir konsantrasyon, müthiş bir azim…

Kimse lafı eveleyip gevelemesin! Yirmili yaşlarında civan gibiyken ve için kıpır kıpır kaynıyorken hem de ve hem de en çok puanları alarak kazandıkları bölümlerde, en hak edilmiş haliyle okudular azizim.

Kendileri belki de kafalarını dersten gerçekten kaldırmadıklarından, tam olarak idrak etme, kıyas yapabilme fırsatına sahip olamamışlardır diye üstüne basa basa kendileri de anlasın diye yeniden açıklama gereği duyuyorum; doktorlarımız, doktor olana kadar çok çalıştılar, çok.

Mesleklerinin başına geçip de para kazanmaya başlayıncaya kadar hiçbirimizin çalışmadığı kadar çok çalıştılar. En güzel gençlik yıllarını ders kitaplarına gömülü vaziyette, dersten derse koşarak, sınavdan sınava hazırlanarak geçirdiler. Hatta diyebilirim ki; memlekette kazandıkları her kuruşu sonuna kadar hak eden en alnı açık meslek grubunu oluşturuyorlar. Bu yönüyle her daim büyük bir saygıyı hak ediyor doktorlarımız. Öyle lafta değil ha, balkona çıkıp alkış tutarak değil, bravolar falan değil kastettiğim.

Bizzat somut olarak destek vermekten, önlerine kalkan olmaktan bahsediyorum yani. Bu insanların kazandığı her kuruşa göz dikenlere karşı diyorum yani, tayin için sekiz takla attırtan zihniyete karşı diyorum mesela, ülkeyi terk edenlerin ardından kalan sağlar bizimdir diyen seçilmişlere karşı dimkdik durabilmekten bahsediyorum anlayacağınız.

Altı sene okuyorsun da, doktor oluyorsun da işlem tamam sanma, ha! Daha tıpta uzmanlık sınavına (TUS’ a) gireceksin ey doktor arkadaşım. Daha dur hele! Bu tus dediğin ne menem bir sınavdır… Sınavların sınavı! En zorlusudur hem de. Şöyle ki; bu sınavda başarılı olamadın ve düz doktor oldun, hiçbir ehemmiyetin yok, basit bir çalışansın malesef, hele hele uzman olmuş doktorların, yanında bile dolaşamazsın, doktor bile demeyebilirler sana.

O yüzden bu tus sınavı çok çok çok mühimdir dostum. Bu sınavın ardından göz, kadın doğum, radyoloji, estetik, genel cerrahi, kalp, göğüs, ortopedi, hatta hatta doktorluk ile pek ilgisi bile olmayan adli tıp gibi daha bir sürü uzmanlık alanlarına yöneliyorlar ve adım adım bir bölgeye yoğunlaşarak çoğu zaman dört hatta bazen beş yıl kadar daha süren eğitimler almaya devam ediyorlar.

Kimi zaman uzman oldukları bölümün yan dalını da yapmak suretiyle çok daha özel bir alana odaklandıkları müthiş bir detay bilgiye ulaşmış oluyorlar. Kim için müthiş bilgi? Tabi ki; derdi olan için arkadaşım, derdi olan için elbette… Derdi olmayan anlayamaz kıymetlerini.

Neyse efendim, konuyu esas olarak getirmeye çalıştığım şudur; dört yıllık bir lisans eğitimi alan diğer fakültelerden mezun olanlarla kıyaslandığında, hala ders çalışan, araştıran, sınavlara giren bu öğrenciler, para kazanmaya da epeyce geç başlıyorlar aslında. Burasını hep göz ardı ediyoruz gibi geliyor bana. Doktorların ulvi görevlerinin ardında para kazanmak olduğu fikri hiç kabullenemediğimiz, hiç görmek istemediğimiz bir gerçek malesef.

Ne para mı? Vay arkadaş siz de mi para? İnsanın hastalığını tedavi etmek karşılığında para mı istiyorsunuz? Ne yani, para vermezsek, tedavi etmeyecek misiniz? Bu söylemlerin ardında yatan gerçek; işte bu körlük bence.

Hatırımda olan mevzu genel olarak şuydu; ben mezun oldum, çalışmaya başladım, duruşmalar, davalar, icra takipleri derken, haldır haldır iş hayatındayım ve haliyle para kazanıyorum açıkçası; kuzen benden önce girdiği tıp fakültesinden dahi mezun olamadı tabi. Haliyle altı sene okuyorlar demiştik ya. Ardından da tusa girdi, kazandı. Ben çoluk çocuk derken, sınav stresi falan unuttum gitti ama ara sıra görüşüyoruz. Ders kitpları, tezler, yazılar, sınavlar, vizitler derken göz açtırmıyorlar kuzene. Tam dört sene de böyle geçti. Bitti mi? Hayır!

Nasıl ya! İşte böyle canım kardeşim. Uzmanlığın bir de yan dalı varmış. Bilmem kaç sene de onu öğrendi. Derken derken en nihayetinde mezun oldu diyorduk ki; o da ne? Mecburi hizmet!

Kaderlerini belirleyen bir kura neticesinde memleketin bir ucuna tayin edilirler. Hayatın boyunca yaşamayı hiç aklına bile getirmediğin bir coğrafyada açıverirsin gözünü. Hoş o saate kadar da pek bir şey yaşamadın ders çalışmaktan ama, hep bir hayalin peşindeydin değil mi doktor arkadaşım; daha iyi, daha refah dolu günlerin hayalindeydin. Gelecektir sana vaad ettiği günler hakkın. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın. Lakin şimdi değil sayın doktor, sabret biraz daha, şimdi değil ama…

Genelde tıp fakültesi öğrencilerinin profili bellidir; tuzu kuru ailelerin çocuklarından ziyade, idealist yönü ağır basan, çalışkan, orta direk ailelerin gelecek vaad eden, potansiyeli yüksek çocuklarından oluşurlar. Bu yönüyle marjinal tipler bulmak biraz zordur içlerinde. Her biri kendi aileleri için birer neferdir adeta ve vazgeçmek yoktur hayatlarında.

Savsamak, başına buyruk hareket etmek, serserilik yapmak, kaytarmak yoktur. Herkes tüm dikkatini, tüm motivasyonunu, tüm kararlılığı ile sahaya yansıtır. Ailelerin büyük bir gururla onları beyaz önlükleri ile görme sevdasının üzerlerindeki sorumluluğunun tarifi imkansızdır.

Öyle ağır bir sorumluluk duygusu hakimdir ki onların güçsüz omuzlarında ve öyle dolu bir zihinleri vardır ki onların ve hatta öyle narin işler yaparlar ki; savaşmak için hantal, zarif ve zayıf kalıyorlar malesef. Hiçbir evrede dövüşmek için kodlanmamış olduklarından, bu biçare grup insanın ‘vur enselerine al elinden lokmalarını’ değişmeyen bir politika olmuştur.

Doktorların sahip oldukları yetenek ve bilgi ile tamamen ters orantılı şekilde kendilerine sunulan kötü çalışma şartlarına ve gelir dengesizliğine isyan etmeden boyun eğip razı olan bu kabulleniş biçimlerine her defasında hasta olmuşumdur.

Bir doktorun evinde, sıcacık yatağında değil de gecesini hastanede geçirmesinin paha biçilmez değerinden bahsediyorum arkadaşlar. Malesef öyle bir hal ki bu, manevi olarak paha biçemediğimiz gibi ekonomik olarak da hastanelerin paha biçemiyor olması çok ironik geliyor bana. Demek istediğim çok cüzi bir ücret alıyorlar nöbetlerde malesef.

Neresinden anlatayım, hastanede kalınan çekyattan mı, sağlanmayan imkanlardan mı, bir türlü hakça ve sağlıklı şekilde yapılamayan nöbet listelerinden mi, personelin niteliğinden şikayet etmesek dahi sayıca yetersizliğinden de bahsetmeyelim mi? Hasta şikayetlerinden tutun, her geçen gün artarak nihayetinde şiddete varan saldırılara karşı bir türlü alınamayan tedbirlerden mi?

Hasta olarak hastaneye gelen canı burnundaki her ilgilinin karşısına korumasız bir şekilde beyaz önlüğü ile çıkan bu cesur yürek arkadaşlarımın zaman zaman hata yapabileceklerine, konuyu tam olarak bilemeyeceklerine, yaşadıkları kaos içinde bazı hususları gözden kaçırabileceklerine dair hiçbir tolerans göstermeyen sevgili ilgililer size sesleniyorum: Bir güne doksan dört randevu veren bir sistemi neden eleştirmiyoruz. Doksan dört randevu… Yani içeri girdin, adın soyadın falan derken rahatsızlığından bahsettin, doktor biraz düşündü, birkaç soru sordu, bu arada kendini ifade etmekte zorlanan bir toplum olarak doktorların lafı hastanın ağzından alana kadar cebelleşmesi, karşı tarafta güven oluşturması, muayenesi falan feşmekan soyunması, giyinmesi, reçete yazılması en az 20 dakika saymak lazım, hadi 15 diyelim, yine olmadı 10 diyelim. Hadi 10 dakika olsun; toplamda 940 dakika mı yaptı, yine olmadı. 5 dakika desek; 470 dakika oluyor. Yani üç aşağı beş yukarı 8 saat ediyor.

Kesintisiz molasız, yemeden içmeden 8 saat bu şekilde çalışma yeğ görülmüş bu insanlara. Olmuyor nihayetinde, doktor doktorluk değil hasta savma işi yapmaya başlıyor. Hastasavarlığa dönüyor iş.

Bazı bazı övündüğümüz tüm bu sağlık sisteminin doktorlarımızın omzuna bindirildiğini bilelim önce de sonrasında da eleştirmek için yani ‘bu duygusal karmaşanın yarattığı diğer sorunlar; hastanede maruz kalınan zorbalıklar, doktor kadınların dişil enerjilerindeki yok oluş, estetikten yoksun yaşam tarzları, kendilerine dayatılan kötü çalışma koşullarına boyun eğiş ve en büyük günah; kollektif bilinç eksikliği…’ şeklinde tanımladığım eleştirel bakış açısını bir daha ele alalım diyorum…

Haftaya bu konudaki eleştirimi kritize edeyim bari. Görüşmek üzere…

Ersin EREN

aysaa

Related Posts

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

2 Comments

  1. Sevgili Doktorlarımız
    Haklarını Ödeyemeyiz diyoruz ve gerçekten ödemiyoruz
    Hatta artık şiddet uygulayabiliyoruz diye övünüyoruz
    Harika tespitler Teşekkürler Ersin kardeşim
    Haftayı bekliyoruz
    Selam ve sevgiler

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags