Huzur Neydi ?
Bahçesindeki sardunyaları renk renkti anneannemin. Bahçe kapısından girerken cennetin kapısından girerdin sanki. Bahçenin siyah demir bir kapısı vardı. Çift kanatlı demir kapıdan girdiğinde mozaik taşlı geniş merdivenlerden çıkarak girilirdi binaya ve her gün özenle yıkardı bu merdivenleri anneannem. Bahçesi de her daim bakımlıydı.
Erik ağacı
Erik ağaçları okuldan çıkıp evine giden öğrencilerin hep iştahını kabartırdı. Kışkırtıcı bir yanı olur erik ağaçlarının; biraz uçarı kim varsa onun gönlünü hoplatır, gömleği kravatına, kılık kıyafetine, rütbesine, şanına aldırmadan ağacın tepesinde buluverir insan kendini. Okul yolundan geçmekte olan öğrencilerin ise ayrı bir ilgisi vardı bu erik ağacına.
Sokakları kendi bahçeleri gören bu gençler istemsizce, ağaçlardaki eriklerin olgunlaşmasını heyecanla bekleyen ev sahiplerini göz ardı ederek erik ağacına dalarlardı. Anneannem hiç kızmazdı gençlere, dalları kırmadan toplamalarını isterdi. Ağacı hırpalayan, silkeleyen bazı asileri ise hortumla ıslattığı olurdu ama:)))
Her evi yuva yapan, ona anlam katan, karakterini yansıtan esaslı bir unsuru olur. Bazen bir tablo, bazen bir kütüphane, bazen bir soba, bazen bir masa, bazen çocuklar, bazen de mis kokulu yemekler… Bu evin direği ise onu oluşturan her şeydi. Bir bütünün tamamıydı.
Zemin katta dedemin en az bizler kadar kalabalık ailesi ile kardeşi yaşardı. Dedemin küçük kardeşiydi ama pehlivanlar yanında fıs kalırdı. Gücü kuvveti dilden dile dolaşırdı. Bizler onun destansı hikayeleri ile büyümüştük. Teyzemler amcalarının kahramanlık hikayelerini övünçle anlatırlardı.
Doğunun erkeği coğrafyasından mı, sert iklim şartlarından mı, tarihsel sebeplerden mi velhasıl gelenek ve göreneklerinden kaynaklı mıdır bilinmez serttir, az konuşur, çatık kaşlıdır bir o kadar da karizmatiktir. Amcamız da öyleydi. Yanında sululuk yapmayı bırakın gıkımızı çıkaramazdık. Bağdaş kurup elimizi yanağımıza koyabilirdik ve tek özgürlüğümüz yanağımıza koyabildiğimiz elimizi ötekisi ile değiştirebilmekti.
Çocukluğun o heyecanı içinde bu sevimsiz ve durağan hal bile onun sert ve güçlü duruşu sayesinde bize müthiş bir güven veriyordu. Kendimizi bir devin himayesi altında yenilmez bir ordunun içinde gibi hissediyorduk.
Kapısının önünden usulca geçerdik. Olur da kapıda karşılaşırsak elini öperdik ama her defasında o muazzam gücünü gösterecek bir yol bulup bizi iki büklüm ederdi. Çok sonraları biz büyüdük amcamız yaşlandı.
O zamanlarda şöyle bir fikre kapılmıştım: biz çocukken ne büyütüyorduk annemin amcasını gözümüzde, eninde sonunda bizler de kocaman olduk işte! 20’li yaşlarımda bir gün kapı önünde karşılaştığımızda ben gençliğimin hırsıyla, o da biz daha ölmedik koçum edasıyla el sıkışımaya tutuşunca gördüm ki; o işler öyle olmuyormuş işte…Yine iki büklüm etmişti anlayacağınız.
Dedemle anneannemin yaşadığı eve ise bina içinde dönerek yükselen bir merdivenle çıkılırdı. Merdivenleri çıkınca eve girmeden ortalama bir oda büyüklüğünde selamlık yeri vardı. Ayakkabılar orada çıkar, şemsiyeler orada bırakılır, paltolar oraya asılırdı. Kırmızı demirden bir portmanto vardı. Daha eve girerken gördüğün ayakkabılar çok fikir verirlerdi. Çocuk ayakkabıları görünce fıkır fıkır ederdi yüreğimiz. Çok ayakkabı var ise temkinli olmak lazımdı.
Dedemin ayakkabısı varsa daha da temkinli olmak gerekirdi. Dedemlerin evinde sık sık merdivenlere kadar taşan ayakkabılar olurdu. Hiç bitmezdi bu evin misafiri. Çoğu zaman sokakta oynadıktan sonra ayakkabılar üzerinden atlaya atlaya içeri girer, kalabalığın içinde annemizi bulana kadar yanaklarımızı mıncıklayan misafirlerin hayır duaları arasında kucaktan kucağa maşallahlar, kimin oğlusun sen bakıyımlar, öp bakalım teyzenin elini falanlar derken başımıza dökülen kolonya eşliğinde annemizin yanına varmayı başarırdık.
Atletin altına bir havlu sokulur
Dışarıda günün hemencecik biteceği endişesi ile durmadan koşup oynayan bizler terden sırılsıklam annemizin yanına gelince derhal üst baş çıkartılır, atletin altına bir havlu sokulur, bizim bütün direnmelerimize karşın hasta olursun uyarıları ile o yetmezse iğneci teyzelerin çantalarındaki iğneler ile korkutularak bir şekilde dedikleri yaptırılırdı. Bu işlem sırasında kafadan çıkmayan kazakların kulaklarda yaptığı tahribat ölümcüldü ancak çaresizdik.
Annelerin şefkatli kucaklamalarından sonra mutfağa dalardık. Anneannemin evinde böyle zamanlarda ekmek üstüne cevizli çemen sürülürdü. Bir de anneannem biz torunlara özel çay bardağında türk kahvesinden bol sütlü bol şekerli sıcak kahve yapardı. Bu bizim en itibarlı içeceğimizdi.
Anneannemin evinde sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Ne televizyon, ne müzik, ne danslar, ne de oyuncaklar vardı ama o ev her nasılsa hep cümbüştü. Boy boy, her yaştan torunlar evin içinde oradan oraya koşup dururken henüz oyunlara katılma yaşına gelmemiş olanlar için öğle saatlerinde ayakta sallanmak sıradan bir olaydı. Dan dini dan dini dastanalardan tutun, annesinin ballısı, kuzusu, kaymağı, peteği, çiçeği diye sevgi sözcükleriyle mışıl mışıl bir uykuya dalardınız.
Anneannemin bebekleri havaya kaldırıp hoplatırken gerçekten de öyle olduğuna gönülden inanarak söylemeyi en çok sevdiği ‘hop hop altın top; bizde var kimse de yok’ ninnisiydi. Onun elleri, göz yumuşu, ısrarları, başındaki beyaz tülbenti, hoş görüsü, her birimize karşı beslediği çok derin sevgisi ile bunu herkese eşit dağıtmaktaki üstün becerisidir, onu hayatımın her döneminde en değerli insan olarak görmemin sebebi. Meleklerin meleği…
Dedem ise sakin yapılı, her daim ciddiyetini koruyan, eve geldiğini hissettiren, kuralları olan birisiydi. Çenesinden boynuna doğru mor büyükçe bir leke vardı. Bana hep çok ilginç gelen bu lekeyi çok merak etmeme rağmen bunu dedeme hiç soramadım, kucağına oturup sakalını hiç okşayamadım. Dedim ya, doğunun erkekleri öyleydi işte
Dedemin harika bir daktilosu vardı. O geldiğinde öyle gürültülü oyunlar oynanmazdı. Annemler teyzemler baba baba diye dönerlerdi etrafında. Biz de öyle idrak ederdik, babanın mühim birisi olduğunu. Dedem yazmak istediği dilekçeleri o daktiloda bazen bizlere yazdırırdı. Yarış ederdik o daktilonun başında. Ama dedemin hata kabul etmez ciddi duruşu yüzünden hemencecik sıkılırdık. Bu işi en güzel ağabeyim yapardı. Dedem de genelde onu tercih ederdi zaten.
Bir bakmışsın içeriki odada evcilik oynanmaya başlanmış. Divanların çok uzun yastıkları vardı, küçük boyumuzla onları kaldırır, yerleştirir, küçük evler yapardık, ardında da içine girer saatlerce kıkır kıkır neşeyle oynardık.
İnsan adını yaşarmış
Çocukların hatta yetişkinlerin dahi kendilerini en güvende hissettikleri yer annelerinin yanıdır. Biz torunlar da anneannemdeyken kendimizi hep en güvenli yerde hissederdik. Bunun esas sebebi çok sayıdaki teyzelerimizin anne yarısı olmasından daha öte, neredeyse anne gibi olmalarıydı. Böylece bizleri kendi çocukları gibi sahiplenen birden çok annenin yanında büyüyorduk. Ancak her şeye rağmen bizi tüm bunlardan daha çok mutlu eden özellikle bir şey vardı: Melek teyzemin gelişi…
İnsanlar adını yaşarmış. Melek gibi teyzem de o zamanlar bekardı, anaokulunda çalışıyordu ve öyle çok yetenekleri vardı ki; gelince eve sihirbaz gelmiş gibi olurduk. Teyzemi gören herkes defterine resimler çizdirirdi.
Teyzem iki saniyede koca sayfaya harika resimler yapardı. Benim resimlerim çoğu zaman bir şeye benzemezdi, ama olsun, benim o resimlerimi bile teyzem iki üç çizgiyle sanat eserine çevirirdi. Onunla hep gurur duyardık ve en yakınına oturmak için yarış yapardık. Zaten yarış hiç bitmezdi. Sobaya kömür koymak için bile yarışırdık.
Bizi havalara uçuran bir şey daha vardı; Metin ağabeyimizin gelişi…
Metin ağabey torunların en büyüğüydü. Bizler çocukken o güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. O öyle çocuk gibi oyunlar oynamazdı. Onun yanında biz de sanki bir anda büyürdük. Hemen şınav çekmeye başlardık. O, sporu bizler gibi yapmazdı; amuda kalkar, şınavı öyle düz değil tek eli belinde çekerdi. Kollarında yumurta gibi pazuları vardı. Onları hareket ettirince biz hayran hayran seyrederdik. Torunların içinde adeta bir idoldü.
Anneannemlerin evinde üç büyük balkon vardı. Birine dedemlerin yatak odasından çıkılırdı. Ön bahçeye bakan bu balkon ince ve uzundu. Dedem bizi yaz aylarında burada tıraş ederdi. Dedemin saç kesmek için berberlerde olan aletlerinden vardı, gençliğinde bu mesleği de yaptığı konuşulurdu. Dedem sırayla hepimizi bu balkonda tıraş ederdi, ta ki; ergen olup da yanları kısa üstleri uzun bırakan saç modelleri çıkmaya başlayıncaya kadar…
Anneannem ile dedemin beyaz bir yatak odası takımı vardı ve yatağın başucunda eski bir radyo. Öğlen uykusuna zorla yatırıldığımız zamanlarda bu radyo ile oynardık. Bir de kocaman, çift kişilik, yek pare yün yastıkları ile yün yorganlar ve yer yatakları işgal ederdi her köşeyi. Herkese yatak vardı ve bu yer yatakları mutlu uykuların, en güzel rüyaların mekanıydı.
Diğer balkona bizim evcilik oynadığımız uzun yastıklı divanın olduğu odadan çıkılırdı. Evin en keyifli balkonu burasıydı. Ağaçların arasında kalırdı ama tüm mahalle ve ön bahçe görünürdü. Akşam çaylarına bisküvi daha çok bu balkonda batırılırdı.
Bir balkon daha vardı salondan çıkılan ama bu balkon ince uzun olduğundan ve çok korunaksız olduğundan burası pek kullanılmazdı. Ancak o balkondan, şuncacık bebelerin bile hayallerini süsleyen güzel bir komşu kızın evi görünürdü. Elimiz çenemizde saatlerce onun da balkona çıkmasını beklediğimiz doğrudur…
Anneannemin mutfağı evin diğer yerlerine göre hem küçük hem soğuktu. Betondan bir tezgah, küçük bir kahvaltılık masa, emaye tencereler, demir süzgeçler…
Buzdolabı ise mutfağın yanında terasa çıkılan depoda dururdu. Depo gibi kullanılan bu yerde turşular, otlu peynirler, meyveler olurdu ve hep doluydu. Terasa çıkmak için tüm bu engelleri aşmamız gerekirdi ve aşardık çünkü bu bizim en büyük merakımızdı.
Hemen her fırsatta terasa çıkıp orada dam arasındaki sandığın içinde tozlu boyaları, kumaşları, resimleri kurcalamaya bayılırdık. Tahmin ettiğiniz gibi, çok esrarengiz, gizemli biraz tozlu ve pis biraz da korkutucu bir yerdi. Oraya gitmek büyüdüğümüzün göstergesiydi. Düşünüyorum da büyümeye, büyük olmaya ne hevesliymişiz, küçücük aklımızla en mutlu günlerimizi yaşıyorken…
Terasa aramızdaki en küçüklerin tek başına çıkmasına izin verilmezdi. Orası biraz da tehlikeli sayılırdı. Terasta kayısılar kurutulurdu, terasta salçalar yapılırdı. Terasa çıkan daracık merdivenin beton korkuluğu alçaktı ve merdivenleri hep tozluydu. Çoğu kez kaçamak yapıp terasa izinsiz çıktığımızdan aceleyle terlik ayakkabı falan almaya vaktimiz olmaz, yalın ayak çıkıverirdik.
Ama dedemlerin evinde en çok göz önünde olan eşya yemek masasıydı. Kapıdan girer girmez çaprazında kocaman bir masaydı bu. Duvarları zeminden bir metreye kadar yağlı boya ile boyalı tüm odaların salona açıldığı bu evde yemek masasının arkasındaki duvarda kurmalı bir saat vardı.
Saat başlarında saatin kaç olduğuna göre çalan bir mekanizması vardı. Bu saati kurmak dedemin asli görevleri arasındaydı. Anneannemin patates yemeklerini çok severdik, sulu köftesi, salçalı maydanozlu şehriye çorbası, un helvası, ketesi ve tabii ki her zaman suyunu içip tanelerini bıraktığımız hoşafı meşhurdu.
Harse de, çortu da yapılırdı ama en özel yemek içli köfteydi, içli köfte yer softasınfa yoğrulurdu ve bizler de küçük beceriksiz ellerimizle yer örtüsünün altına girip içine maydanozlu tereyağı konulmuş köfteleri yuvarlamaya bayılırdık. Ağızda patlayan köftenin içindeki tereyağının mükemmel tadını hiç unutmayacağım aklıma gelmezdi o zamanlar.
Masanın uzun tarafında, kapıya göre hemen sol tarafta bir divan vardı. Bu divanın dayalı olduğu duvardaki pencereden baktığında eve giriş merdivenleri görünürdü, yolunu beklediğin kişileri hasretle ve sabırsızca en güzel burada beklerdin.
Ayrıca en güzel şekerleme tadında uyuklamalar orada yapılırdı. Hem dışarıya hem içeriye hakim bu divan taht gibi yüksekti ve arkasında da sert, ağır minderleri vardı. Divanın yanı başında tüm evi ısıtan sobanın üstünde her daim bir demlik ıhlamur olurdu ve mandalina kabuklarını hep üstüne koyardık, yıkadığımız meyvelerin sularını sobaya silkelerdik, su sobanın üzerinde kayıp giderdi. Velhasılı soba, divan ve yemek masasından oluşan bu üçlü evin kalbiydi.
Dedem sofranın başında oturur yemeğini de büyük bir ciddiyetle yerdi, tabağını ekmekle öyle bir sıyırırdı ki bu tabakta az önce yemek yendiğini anlamak mümkün olmazdı, yemekten sonra ise küçük parmağı ile masanın üstündeki kırıntıları süpürürdü.
Hayatını dürüstlük, doğruluk, iman üzerine kuran dedemin israftan kaçındığı gibi çok az insan israftan kaçınabilirdi. Dedem kurşun kalemleri bitene kadar kullanır, hiçbir kağıt parçasını bile isteye boşa harcamaz,buruşturup atmazdı.
Her ortamda saygı görür takdir edilir, sözü geçerdi. Böylece bir emekli maaşı ile bereketi bitmeyen bir yuva kurmayı başarmıştı. Anneanem ile dedemin yaşadığı bu ev; altı kızın, damatların, sayısı belli olmayan torunların anneannem ve dedemin evi sanki hepimizin eviydi, kimse hiç tereddüt etmeden her an her saat kapısını çalar, sıcak bir yuvaya huzurla girmenin mutluluğunu yaşardı…
Anlayacağınız bir adam, bir yetim kadın el ele verip altı kız, bir maaş, bir soba ile altı düğün yapıp on iki torunu aynı yuvada sımsıcak, kardeş gibi büyütüp hayata sunmuşlardı. Kocaman sofraların muhabetti de bereketi de bitmez idi.
Ne mutlu bana ki ben bu eve çok defa girdim ve sanki hiç de çıkmadım.
Binlerce şükür ki,o evin sıcağında olgunlaşan tüm değerleri özümseyerek büyüyen,büyüten pırıl ışık gençler olarak,emeğin boşa gitmediğinin,sevginin,saygının temel güç olduğunun en büyük kanıtısınız,gurur duyacağımız bir neslin yetişmesin de,sonraki nesle aktarımın da payı olan herkesi,senin de hafızana ve yüreğine kazıdıklarından çıkan cümleleri yazan ellerinden öpüyorum,can kuzum…
Meleklerin kulaklara fısıldadığı sanılır, asıl gönülleredir sözleri… Senin dokunduğun her hayata kattığın değer var ya, koskocamandır teyzem
Öyle huzurlu bir yuvan varsa her yere seninle gelir her zorlukta divana yatar şekerleme yapar teyzesinin güzeli güzeli diye seven kucaklarda iyileşirsin ne güzel talih :))
Kalemine sağlık başarılı avukatım
Herkesin kendinden bir kesit bulacagı muhtesem bir öykü.Sayende çok eskilerde kalan mutlu çocuklugumu yasadım .Çok tesekkurler
Selam ve Sevgiler