Göçüp Giden Hayatlar

Göçüp Giden Hayatlar

Yazarımız Ersin Eren bu hafta mahallede geçen çocukluğundan bahsediyor bizlere ve değerlerden.

Mahallede büyüyen son nesilin hikayesi:

Mahalle maçları, tüf tüf savaşları, hıderellez ateşleri… Hiç tükenmeyeceği sanılan bir dünyanın sonuymuş meğer.

Mermerler toplanırdı inşaatlardan. Şehir merkezlerinde bir biri ardına yıkılan bahçeli tek katlı evlerin yerine yapılmakta olan niteliksiz, kullanışsız, kalitesiz ve ruhsuz binaların şantiyelerinden. Gazoz kapakları toplanırdı sokaklardan. Torba torba biriktirilen kapaklar, henüz arabaların geçmediği sokaklara yan yana dizilir, uzaklardan atılan mermer ile başlar, baş altılar hedeflenirdi. Gazoz kapaklarıyla ancak abiler oynardı, mermer parçaları ile oynanan, az da olsa güç ve dikkat isteyen bu oyunu küçükler uzaktan seyrederdi. Mermerlerin kayarak gelmesi gerekirdi, eğer doğru açı verilmezse betona çakılan mermer darmadağın olurdu. Gazoz kapakları nadir bulunan markalara göre puanlanırdı. Bir torba gazoz kapağı veya meşe ile o yaşta çocuk cennetteydi işte.

Daha küçükler de bu nispeten bu tehlikeli oyun yerine meşe oynarlardı. Meşeler de cinslerine göre gode, agaf, mor, demir, makarna gibi adlar ile belli bir matematiksel değere sahip olurdu. Meşe oyununda en önemli şey eldeliğini kaybetmemekti. Eldelik yani elinde kalan son meşe. Bunun ile her oyuna girebilirdiniz çünkü. Her şeyi yeniden kazanma umudunu taşıyordu. O yüzden eldelik çok değerliydi. O yaştaki çocuğun namusuydu. Onu kaybeden tüm şerefini kaybetmiş gibi hüzünlenirdi ve ancak en zalimler bir çocuğun eldeliğini bile elinden alacak kadar hırsla hareket ederlerdi.

Biz abimle pek başarılı sayılmazdık. Mahallede harçlıklarıyla bakkaldan meşe alan bir tek bizlerdik muhtemelen. Bakkallarda büyük cam vazolar içinde para verip bir cep dolduracak kadar meşe aldıktan sonra dışarı çıktığımızda abim onların bir kısmını bana tembihleyerek verirdi.

Dikkatli oyna, hemen hepsiyle oynama, yavaş yavaş oyna ki akşama kadar zevkini çıkar. Nasıl olsa günün sonunda hepsini kaybedeceğimi bilirdi. Bizim mahallenin gençleri de pek bitirim oynarlardı hani. Biz ara ara başka mahallelere de giderdik, benzer oyunlar kulaktan kulağa yayılır, kurallar da her yerin adetine göre değişirdi.

En çetin oyunlar, en gözü pekler bizim oradaymış gibiydi. Öyle nişancılar vardı ki, oyunlara sadece eldeliği ile gelenler olurdu. Bizim gibileri üter, ceplerini doldurup giderlerdi. Her oyunun kendine özgü jargonu olurdu. Kimin hangi oyunda oynayacağı ne kadar insiyatif kullanacağı belliydi. Bu belirlilik nasıl ve kim tarafından sağlanır, hiyerarşi neye göre belirlenirdi bilinmez ama hemen herkes tüm kuralları bilirdi.

O dönemde bizim oralarda orta sınıf büyük bir kalabalığı oluşturuyordu. Zengin ile fakir arasındaki sınır belli belirsizdi. Topraklar henüz yeni yeni işgale uğramakta olduğundan mahallede hem çocuk bolluğu vardı hem de o çocuklar için güvenli boş alanlar. Sokakta top oynamak, çevredeki ağaçlara tırmanmak, çelik çomaktan tut, dokuz kiremite, toplu istop, renkli istop derken kalbi heyecanla atan çocuklardan oluşan bir yapıydı mahalle.

Böyle güzellemeler ile anlatılanlara da inanarak özenmemeli insan. Burası er meydanıydı aynı zamanda. Dayak da vardı, baskı da; rekabet de vardı, göz yaşı da. Aradan geçen bunca zamandan sonra düşündüğümde o mahalledeki tüm bu tür kötülüklere rağmen yaşamaya değer şeylerdi.

Hayatın, değerlerin, aklın ve rekabetin her zaman ön planda olduğu müthiş bir döngüydü. Doğada en zalim yaratıktı insan ve insanların içinde en zalimiydi çocuk. İşte çocuklardan kurulu bir düzendi.

Seko vardı mesela, esmer bir çocuktu ve bembeyaz dişleri vardı. Gülen yüzü, alaycı tavrı, muzip yapısı, dozunda bir kötülüğü hep heyecan verirdi.

Özgür vardı mesela, mavi gözleri hep aklımda. Kardeşi vardı Apo derdik. Metal müzik dinlerdik. Tükürmeyi öğretmişti bana. Bmx bisikletleri vardı.

Tolga vardı. Kocaman kara gözlerinde çapakları hiç bitmezdi. Babası daha o yaşlarda trafik kazasında öldüğünde ben vermiştim haberi en yakışıksız, en terbiyesiz, en çocuksu halimle.

Orçun vardı mesela, ağaçların en tepesine hiç korkmadan tırmanıp, en güzel dutları yiyen. Gövdesinde vites kolu olan bisikleti geliyor aklıma onun da. Ne özenirmişim demek ki.

Sarı Seko vardı bir de. Kötülüğün, zulmün ve acımasızlığın mahallemizdeki timsaliydi sanki. Mahalle maçlarında bulunması iyiydi ama hırsı, aç gözlülüğü ve sertliğine maruz kalmanız da mümkündü.

Eko vardı bir de. İyiliğin, sadakatin, gücün ve gözü pekliğin temsilcisiydi. En iyi meşeyi o oynardı. Ta uzaklardan gömme atar, şak diye üstüne kondurmayı başarırdı. Çok kere meşeyi meşeyle kırdığına şahit olmuştum. Bu bizim için imkansız bir şeydi.

O zamanlarda içme suları kaynaklardan getirtilen çeşmelerde bidonlara dolduruluyordu. Bunun için pazar arbasına bidonu koyup tıngır mıngır gidip gelmek gerekiyordu, ama ben pazar arabasıyla kendimi bir nevi aşağılık duygusuyla ezik hissetmem nedeniyle bidonu elime alıp gitmeyi tercih etmiştim.

Herkül gibi yolda yürümeyi hayal ederken dolu bidon ile yolun ortasına bile gelemeden tıkanıp kalmıştım. Beni o çaresiz halimde Eko görmüş ve bidonu kaptığı gibi eve kadar taşımıştı. Nasıl unutulur o çaresizlikten beni kurtarışı ha, nasıl!

Bir de abim vardı benim. Neresinden anlatılır onca şey emin olamıyorum. Annem hiç ayrılmamıza müsade etmezdi zaten. Ben de hiç dediğini ikiletmezdim abimin. Sorgusuz sualsiz, ne derse oydu işte. Onun otoritesini sarsacak en ufak bir harekette bulunmazdım dışarıda.

Evde ise didişirdik tabi her çocuk gibi. Abim terbiyeli, derslerinde başarılı, ağzı iyi laf yapan, mahallede saygı duyulan biriydi. Belalı işlere bulaşmaz, sağa sola dalaşmaz, boyundan büyük işlere girişmezdi. Bir gün mahallenin büyükleri meşe oynarken olan olmuş, abim çok uzaklardan başı mı baş altını mı vurmuş ne olduysa Sarı Seko ile bir tartışmaya girmişmiş ve nasıl olduysa da hakkı olduğunu düşündüğü meşeleri avucuna toplayıp evin yolunu tutmuşken ben de Apo ile kuyu diye meşe oyunun daha basit bir versiyonunu oynuyordum ki Sarı Seko benim boğazımı sıkmaya başladı. Bırak meşeleri diyor ve benim canımı yakıyordu. Abim karşımdaydı. Avucunda meşeleri eliyle karnına dayanmıştı. Kardeşinin boynunda Sarı Seko’ nun kirli elleri… Tüm hazinesini bırakması isteniyordu, cennetin kapısından dönmesi. Abim kızardı, kızardı, kızardı ve her şeyini fırlattı. Bir kavgaya tutuşmadan, beni onun elinden alarak eve gitti. İşte ben de o gün abime sonsuz bir saygı ile mühürlendim.

İşte böyleydi.

aysaa

Related Posts

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

Türk Diş Hekiminin Hollanda Yolculuğu

İsviçre Alpleri’nde Panoramik Bir Tren Macerası

İsviçre Alpleri’nde Panoramik Bir Tren Macerası

2 Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags