Ayakkabındaki Taş

Ayakkabındaki Taş

Dışarıdan bakıldığında arasına karıştığı insan yığınındaki herhangi biriydi işte. Büyük bir kalabalık ile birlikte merkez istasyonda inmiş, herkesle beraber yürüyen merdivende etrafına bakınark ağır aheste başlayan güne doğru yerin altından çıkıyordu.

Gün yüzüne muhtaç kürek mahkumu esirler gibi, siperlerinden hücuma çıkan askerler gibi, yarışa yeni başlayan maraton koşucuları gibiydiler.

Daha evden çıkarken ayakkabısının içinde bir küçük taş olduğunu anlamıştı anlamasına, ama kapıyı kapattım artık, hiç zamanım yok şimdi diye düşünerek ayağını ayakkabısının içinde şöyle gelişigüzel sallayıp taşı bir köşeye göndermişti. Vakit kaybetmeden yola koyulmak istiyordu.

Vakit kaybetmek ve kazanmak; ne tuhaf ifadeler aslında değil mi? Zaten bize ait olan şeylerin önce bir başkalarına teslim edilmesi ve ardından kazanılmaya çalışılmasındaki ironi çok sonraları dikkatini çekmişti. Momo diye bir kitap okumuştu; başkalarının zamanını bir tütün gibi sarıp içerek yok eden bir grup casusun elinden kaçmayı deneyen Momo adında bir kızın hikayesini anlatıyordu. Mesela çamaşır makinesi zaman mı kazandırıyordu, yoksa hayatı kolaylaştırıyor muydu? Ya da tam tersi her şeyimizi ona teslim ettiğimiz bir sistemin bize dayattığı köleliği gösteren akla ilk gelen basit bir metafor muydu?

Modern kölelere dönüşmüştük ve kırbaç kimdeydi acaba? İnsanoğlu tam bir şuursuzluğun pençesinde, köle olduğundan bihaber en akıllı zannettiklerin dahi modern, demokratik ve özgür bir toplum olduğuna inanarak tüm motivasyonu ile çalışmaya devam ediyordu: Bu soruya verilen en klişe cevapla hem de; çalışmasan ne yapacaksın? Soruya soru ile cevap vermek aslında en büyük çaresizliği ortaya koymuyor mu? İnsanoğlu kendi zamanının kıymetini, sahip olduğu değerlerini hangi ara unuttu ve doğanın bir parçası olmayı reddetti ki? Ben de şu andan itibaren reddediyorum bu reddedişi. Meydan okuyorum toplumun dayatmalarına.

Bir nehrin kenarında gününü çamaşır yıkayarak geçiren insanoğlu daha özgür geliyor bana. Kendisine ait olan zamanı yine kendisi için kullanabilecek kadar özgürken, önce elinde avucundaki her şeyi terk edip, gösterişli olana meylederek mağlup olduğu bir süreçte, elde edemediği mutluluğun kaynağından öyle uzaklaşmıştı ki; bundan böyle nerede olduğunu da bilemiyordu. Yolunu kaybetmiş, gemilerini yakmış ve tam bir teslimiyet ile kendisine sunulan işleri yaparak hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Karnı doyduğu için müteşekkirdi hem de. Hayret!

Nasıl bir kandırmaca. İhtiyacın olmayan bir sürü şey sana nimet olarak yutturuluyor ve karşılığında doğuştan sana bağışlanan sınırlı bir zaman diliminden hem de hiç düşünmeden vazgeçmen bekleniyordu. Satın alınamayan tek şeyin zaman olduğu düşünülürse, paha biçilemeyen şey için nasıl olup da insanoğlu zaman kazanmak diye bir tabir üretiyordu?

İş günü, evin kapısından çıkıp da ardından kapattığın andan itibaren başlıyordu. İnsanlar kendilerini ister istemez bir yarışın içinde, savaş meydanın ortasında buluveriyorlardı. Derelerin birleşe birleşe akarak nehirlere karışması gibi insanoğlu giderek artan bir debi ile adeta akıyor ve bir zaman sonra bu akış özellikle metrodan çıkarken sanki bir çağlayana dönüşüyordu.

Yüksekten düşen suyun o çoşkun hali gibiydi metrodan çıkan insanlar. Durdurulamaz bir akıntıya kapılmışcasına sürüklenir dururlar. İş hayatı böyle kontrol dışı başlar işte ve kapar insanı çarklarının arasına, posasını çıkarana kadar.

İşte o çarkların arasında ezildiğini hissetmeye başladığı günlerden birinde, elinde bulunan iş listesinde yazılı notların üzerini teker teker çizerek tamamlamış olmayı çok istemişti ama şimdi listeyi yeni baştan yazması gerekecekti.

Nitekim bir takım işler yolunda gitmemiş, geçenlerde konuştuğunda kararı kesinleştireceğini söyleyen müdüre hanım işlemi yapmadan izne çıkmış, onun yerine bakan müdürde tebligatın usule uygun tebliğ edilmediğini, davalının adresi olarak görünen yerin yıkılmış olduğu tespiti nedeniyle muhtara bırakılan tebligatın geçersiz olduğunu, bu nedenle ilanen tebligat yapılması gerektiğine dair olmadık bir engel çıkarmıştı. Bütün bu saçmalığı yeniden yoluna koyması gerekecekti.

Listedeki diğer bir dosya ise arşivden gelmemiş, bir diğeri ile ilgili olarak da icra müdürü dosyayı yanına ayırmış, inceleyeceğini bildirmişti. Her şey ayan beyan ortadayken, neyi inceleyecekti acaba sayın müdürüm, diye düşündü hırsla.

Ama esas canını sıkan 23. İcra müdürlüğündeki dosyanın yerinde olmayışı idi. Dosya nerede olabilir diye bir saate yakın süre kafa patlatmış, 2021 / 14362-4362-5362-3462-15362 gibi daha birçok varyasyon ile icra dairesinde dosyayı raflarda aramış taramış, 2020 – 2019 yılı dosyalarını bile incelemiş, nereye bakarsa baksın aradığı dosyayı bulamamıştı.

Dairede bulunan tüm çalışanlar için oldukça sık karşılaşılan son derece sıradan bir durum olmasına rağmen kendisi için önemli ve sonuç beklenen bir dosya olması nedeniyle tahammül edilemez bir gerginlik hissetmişti.

Tüm işlerim ters gitti, yapmayı planladığım neredeyse hiçbir işi yapamadan dönüyorum, diye düşünürken adliye koridorlarında eski bir arkadaşına rastlamıştı. Avukatlık mesleğini yapmaya başlayalı epeyce uzun yıllar geçmiş sayılabilirdi ve adli sistemde karşılaştıkları sorunlara çareler bulunamayacağı fikrini kendisi tam olarak kanıksamıştı ama arkadaşıyla konuşurken onun bir şeyleri değiştirmek için duyduğu heyecan her zamanki gibi hoşuna gidiyordu. Hala umudu taşıyor olmak ve gördüğü hataları düzeltmek için gayret göstermek değerli bir meziyetti.

-Geçenlerde baro başkanlığına bir yazı yazdım. İcra dairelerindeki yaygın abone işlemlerine ait dosyaların adli sistem dışında idari bir süreç ile takip edilmesinin uygun olacağını düşünüyorum. Yıllardır icra dairelerinin çözülemeyen sorunu değil mi bu?

Yığım yığım dosyalar, çoğu da 500-1.000 tl alacaklar ama sonrasında icra masrafıydı, vekalet ücretiydi, faiziydi derken hem borçlu için yıkım oluyor hem alacaklı için takibi anlamsız bir külfete dönüşüyor. Bu arada da mesleğin itibarından tut, adli sistemin işleyemez hale gelmesine kadar bir sürü yapısal bozukluk… Ben bunlara adli sistemdeki kanser hücreleri diyorum. Nasıl ama?

-Doğru vallahi, dostum. Bugün yine kayboldu dosyam mesela. Dosyayı olması gereken yerde bulamayınca nevrim dönüyor artık benim, 15 yıl oluyor neredeyse hala hiçbir şey değişmedi. Sistem tüm kaotik yapısını muhafaza etmeye direniyor. Ama dediğin yöntem de garip, nasıl olacakmış peki?

-Hadi gel yürüyelim, ben de şu dilekçeyi verip ofise geri döneceğim. O arada bir çay ısmarlayayım sana olur mu?

-Tamam, bana uyar.

Günlük kıyafetleri, özensiz tarzıyla düşündükleri konularda insanları arkasından sürükleyecek güçlü bir kişiliği yoktu. Ağzından çıkan sözler kaleminden güçlü değildi ve konuştuğunda karşısındaki onu ne kadar dikkatle dinliyorsa tam tersi kendi dikkati o kadar çok dağılıyordu. Can kulağıyla dinlenilmeye alışık değildi. Yaşadıkları deneyimlerden çıkarımlar yapar kendince onlara çeki düzen verir, sorunların ortaya çıkışındaki tesadüflere bağlı kalmaksızın makine gibi işleyecek bir sistemin kurulması arzusunu hayata geçirmenin yollarını arardı.

Yürürlerken bir yandan da arkadaşının anlattığı şeylere odaklanmaya çalışıyordu, ayakkabısını şöyle bir silkeledi, küçük taş topuğuna yapışmıştı. Her adımında varlığını perçinliyordu. Durdukları bir sırada ayağını ayakkabısının içinde iyice havalandırıp ön burun kısmı ile yere iki üç kez vurdu, taş bu kez de parmaklarının olduğu tarafa yuvarlanmıştı. Şimdi biraz rahatladı.

Çay içerlerken; müvekkilleri ile aralarındaki sıkıntılardan, hakimlerin kayıtsız duruşlarından, baronun yapması gerektiği halde yapmadığı düzenlemelerden, noterlerin kolaya kaçarak tasdik makamı olup hukuki konularda sorumluluk almayışlarından, adliyeye girişlerde her defasında çantalarının aranması ve güvenlik kontrolünden geçmek zorunda kalışlarından, savcıların duruşmada uyuklamalarından ve halen daha tebligatların kanuna uygun şekilde doğru dürüst yapılamayışından dertlenip duruyordu arkadaşı.

Yaşadığı her türlü sıkıntı için, geliştirdiği bir yöntem de vardı. Özellikle sistemi kilitleyen esas noktayı tespit etmekteki üstün yeteneği söylediklerini ilgi çekici yapmayı başarıyordu. Ham fikirler ham çözüm önerileri olgunlaşmaya hazırdı ama bu köhne sistem her değişim çabasını öğütüp kendine benzermekte, her iyiyi köyitüye çevirmekte son derece mahirdi.

Arkadaşının heyecanla anlattığı her şeye hak verdiği halde bu sorunlara getirdiği çözümlerin sistemi düzeltme ihtimali olmayan beyhude çabalar olduğuna yönelik fikri değişmedi.

Bitmeyen sızlanmalar ile içilen şekersiz çayların ardından z kuşağı selamı ile tokalaşarak sarılıp ayrıldılar. Liseden tanışıyorlardı. Ardından aynı üniversitede aynı hocaların dersine girip aynı vizeler aynı finaller aynı kitapları okumuş ama apayrı dünyalara ait olmuşlardı. Lisedeyken yaşadığı bir aşkın ateşi henüz daha alev alev yanıyor ve o zamanki kız arkadaşını yere göğe sığdıramıyorken , en çok buluştukları kafede kız arkadaşını başka biriyle el ele görmüştü.

Sakin yapısı ile yemeğini yemeye devam etmiş önce hiçbir şey olmamış gibi görmezden gelmeyi denemiş ama şahit olduğu bu durum karşısında kendi saf sevgisinin hunharca çiğnenmesine, kendisiyle dalga geçilmesine kızıp eve gidip hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Hiç beklemediği bir anda aldığı bu darbe ringte sağlam bir yumruk yiyen boksörün maça devam ederken yüzüne yansıyan ümitsizlik, çaresizlik, bıkkınlık duygusuyla harmanlanarak nasıl ebleh bir ifadeye dönüşüyorsa kendisinde de aynı etkiyi yaratmıştı.

Öyle bir derde düşmüştü ki; çaresi kimsede yoktu. ‘En büyük anlamları yüklediğim bu ilişki, esas itibariyle benim duygusal açlığımı tatmin etmek içinmiş, o bir hiçmiş’ diye anlatmıştı sonradan. Bunu anlayabilmesi epey zamanını almıştı. Bir yaz gecesi, uğruna şiirler yazdığı, bir saat olsun görebilme hayali için nice yollar teptiği kız arkadaşının karşısına bir gün çıkıp onun için yazdıklarını okumayı düşlediği defterinin yapraklarını teker teker yırtıp yakmıştı. Külleri rüzgarla sahilde savrulan mektuplar, şiirler, günahlar tüm hayalleri ile ortadan kaybolmuştu. İçinde boğulduğu kimseden medet ummadığı derdine böyle çare bulmuş, ertesi güne kuş gibi hafiflemiş bir şekilde uyanmıştı.

Bu hikayeyi o zamanlarda dinlediğinde bu arkadaşına ilk defa büyük bir saygı beslemeye başlamıştı. Bu insanın kendini tanımasına, derdinin çaresini buluşundaki yaratıcılığa ve hatta ustalığa hayran olmuştu. İşte bunu herkes yapamıyor, çoğu zaman insanlar ufacık bir tepeyi bile aşacak gücü bulamıyorlar, yönünü tayin edemiyor, sığ bir suda debelenirken boğuluyor, kendilerini huzura kavuşturacak dinginliğe giden yolu bir türlü bulamıyorlardı. Bu arkadaşının mücadele ettiği bu derde karşı çözüm üretme kabiliyetine hayranlık duymuştu. Ofisine giderken yolda bunlar geldi aklına.

Yazılması gereken dilekçeler, yapılması gereken ödemeler, görüşmeler, cevaplanması gereken mailler ile dolu tempolu bir öğleden sonra onu bekliyordu. Uzaktan gelmekte olan treni görür görmez hareketlerini hızlandırdı, merdivenleri ikişer ikişer çıkıp kartını okuttu ve o anda zihnindeki soru şuydu: Sabahtan beri ayakkabımın içindeki taştan kurtulacak birkaç dakikalık bir boşluk dahi hiç olmadı mı ya? Yoksa sorunlarını erteleyip duruyor muydu?

Koşarak yetiştiği trenin kapıları kapanırken binmeyi başarmış ve böylece en azından on beş dakika zaman kazanmıştı. Ayakkabısındaki taşı çıkarmak için bulamadığı dakikaları bakalım kazandığı bu on beş dakikanın içinden kullanabilecek miydi? Keşke treni kaçırsaydım diye düşündü, hem sabahtan beri bütün günümü zehir eden şu taştan kurtulur hem de kaldığım yerden kitabımı okurdum, bir balıkçının Turgut Reis’ in hayatını anlattığı kitabımı…

Kim bilir belki bir gün ben de, bu büyük deniz adamının fethettiği sularda ‘aganta buruni burinata’ diyerek iskele tarafından esen rüzgara doğru dönerek, yüzüme vuran akşam güneşinde gözümü kapatıp deniz kokusunu içime çeke çeke tam yol ilerlerdim. ‘Yaşamak yani ağır bastığından!’

Ersin EREN

aysaa

Related Posts

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

1 Comment

  1. Hepimiz yaşamın içinde işimizi mesleğimizi yaparken akıp giden günlerimizin ne kadarını değerli kilıyoruz.
    Bazan durup bir düşünmemiz gerek
    Bugün onu hatırlattın yine bana
    Teşekkürler Kardeşim
    Sevgi ve Selamlar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags