Mektuplarım

Mektuplarım

Yayınımıza kısa bir ara veriyoruz. Reklamlar…


Kamu spotu

PTT, Cumhuriyetin 100. yılında sevdiklerinize göndermek üzere yazdığınız mektupları saklıyor ve tam gününde elden teslim ediyor. Sevginizi gönderin, biz ulaştıralım…

Elektronik posta aracılığıyla haberleşmenin giderek yaygınlaştığı günümüzde, PTT Genel Müdürlüğü, ”2023 Yılına Mektup” kampanyası düzenleyerek haberleşmede nostalji rüzgarı estirmeyi amaçlıyor.

Anne, babasına, arkadaşına, sevgilisine veya bir devlet büyüğüne söylemek isteyip de söyleyemediği bir şeyleri olan ya da ilginç bir mektup ile onları şaşırtmak isteyen herkes, PTT Genel Müdürlüğü’nün ‘‘2023 Yılına Mektup Kampanyası”ndan yararlanabilir.

Kampanya için, 29 Ekim 2002 tarihine kadar gönderilecek mektuplar, Türkiye genelindeki PTT merkezlerinde toplanacak, daha sonra da özel kutularda saklanmak üzere Değerli Kağıtlar Depo Müdürlüğü’ne gönderilecek.

Mektuplar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümü olan 29 Ekim 2023 tarihinde dağıtılmaya başlanacak.

Bu reklamı görür görmez aklında cereyan eden esinti ile uzun zamandır yapmayı istediği ancak hayata geçirmek için bir türlü güç bulamadığı hayaline doğru yola koyulmuştu bile.

Mektuplar yazacaktı, duygusal olmaktan kaçınarak ve sınırları olmayan bir dili olsundu. Bir rehber, karanlığa ışık tutan bir fener, yön gösteren bir pusula gibi bir şeyler yazasım var, diye geçirdi içinden.

Ömrüm boyunca okudum ve yazdım. Yaşamayı sevdim, denedim, vazgeçtim ve içine dalarcasına aşkı da nefreti de tattım. Aldandığım da oldu, budala gibi hissettiğim de, ama ben daha çok aldatan oldum. Çok sayıda insanı kandırmışımdır.

Kadınlar da bundan nasibini fazlasıyla almıştır. Kötülük yaptıklarım mı? Onlar da oldu, ama keşke önümü kesmeye kalkmasalardı. Gemi azıya almış dolu dizgin koşan bir atın, çıkılmaz ki önüne. Ben dağları deldim, engin denizlerde avlandım, körpe ahtapotların bile celladı oldum, ne pahasına olursa olsun dibine kadar yaşamayı tercih ettim, her daim. Elbet tüm bu yaşadıklarımdan süzüp ak pak özetini yazacağım bir mektubum olacaktır. Bir mi, çok mektup yazacağım çok. Benim güzel hatalarımdan bahsedeceğim, ne iyi ki yaptığım hatalarımdan.

Yaşar mıyım acaba o zamana kadar? Daha on iki, on üç sene varsa bu mektupların onların ellerine ulaşmasına bildiğim her şeyi dosdoğru söyleyeceğim mektuplarımda. Yaşadıklarımdan öğrendiğim her ne varsa…

İlk fırsatta elime kalemi ve kağıdı alıp hemen koyulmalıyım yazmaya. Yazmalı insan. Kendim için de yaşadım elbet ama, daha çok da, nasıl yaşanması gerektiğini göstermek içindi. Hani diyor ya şair ‘Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler var.’ Var mıdır hakikaten? Yaşam deneyimler midir, yoksa öğretiler mi? Ben yaşayarak mı, izleyerek mi öğrendim? Öğretebilir miyim peki?

-Ooooo, hoş geldiniz efendim. Sizi buralarda görmeyeli ne kadar uzun zaman oldu. Buyurun, size hemen çay koyalım, yeni demlendi.
-Koy bakalım ama açık olsun.

-Oooo, üstad, hoş geldiniz. Hangi rüzgar attı sizi buraya?
-Çalışın çalışın, benim az biraz işim var, halledip gideceğim. Yok mu bizim oğlan?
-Gelir birazdan.

Kapıları kapatıp başlıyordu yazmaya. Demini çoktan almış olgun bir adamdı ama yazmaya başladı mı, dokunsan ağlayacak kadar hassas oluvermişti. Mektuplara başlarken hiç bu kadar duygu yüklü olabileceğini aklına getirmemişti.

Kalbi uzun zaman sonra bu kez de sadece dosdoğru konuşurken pır pır atmaya başlamıştı. Aşktan değildi yani, ama pür gerçekliğin hayaline tutulmuş yeni yetme bir aşık gibi hissediyordu o anda.

Acaba bu mektup ellerine geçtiğinde ben yaşıyor olacak mıyım? Zehir zemberek tokat gibi ne gelirse ağzıma söylemeli miyim, ardımdan kötü düşünseler de kime ne? Tam olarak tüm içtenliğimle lanet edemeyeceksem, bu mektubu neden yazıyorum ki? Beni sevsinler öyle mi?
‘Boş versene! Yaz güzelim, aklına ne geliyorsa, geldiği gibi yaz. Kalmasın içinde söyleyeceklerin.’ diyordu.

Bir vasiyet gibi olmalı, ama mal mülk değil yani, hayata dair, kalanlara yönünü gösterecek pusuladır bu, kapıları açacak anahtardır, tüm bu mektuplar şifredir gayri. Bir yandan okşarken yanakları diğer yandan yumruk gibi de inmeli, demir lokmalar gibi boğazında düğümlenmeli hele, kolay kolay yutmak olmamalı.

Kalemi eline aldı başlığı attı:

                     4 -3 - 6 -2

Yıllar önce büyük oğlu üniversiteyi kazanıp da İstanbul’ da okumaya gittiğinde kredi kartına ek bir kart çıkartıp mektuba iliştirmiş, ardından da “Evlat, sana İstanbul’ un anahtarını gönderiyorum, gözlerim kapalı!’ diye yazmıştı. Şimdi o mektup gelmişti aklına, daha kırk iki yaşındaymışım, ne toymuşum, ne bilge zanndiyordum kendimi oysa… İşte o kartın şifresiydi bu. İstanbul’un ve dahi hayatın kapılarını açan şifreymiş meğer…

Yazdıkça yazdı. İçi doldu. Doldu da taştı. Mektuplar yazıyordu gelecekte sevdiklerine teslim edilmek üzere. Ne çok kızgınlıkları, kavgası, isyanları vardı aslında. Oysa ki; şimdi elinde kalem, yazı yazarken pişmanlıkları geliyordu, kırdığı kalpler geliyordu, af dileyecekti neredeyse. Dokunsalar ağlatacaktı.

‘Hiçbir şeyi sizi kırmak için yapmadım, bazı şeyler kırıldı, kırılacağını da biliyordum fakat birinin kırması gerekiyordu, birinin kral çıplak diye bağırması gerekiyordu. O bendim’ diye geçirdi içinden.

Yazılarını zarfa koydu. Islatıp dilinin ucuyla yapıştırdıktan sonra çarşı içindeki PTT’ ye gidip mektupların kime, ne zaman, hangi adreste teslim edileceğini bildiren kısımlarını tek tek zarfların üzerine doldurdu. Acaba teslim aldıklarında nerede olacaklar, o vakit ben yaşıyor olacak mıyım?


Babasının ölümünden bu yana zehir zemberek mektubu teslim alacağı günü bekliyordu. Her gece yattığında aklının bir köşesinde askerdeyken babasının yazdığı, içini sımsıcak saran o mektubu okurken hissettiklerini hatırlayarak bekliyordu. Askerdeyken de kara tren salınıyor da belki hiç gelmiyordu… Kulağında türküsü yanık yanık, aklında o masal gibi anlar vardı.

Sıkı disiplin altında bir ay kadar süren askeri eğitimin ardından, komutan bütün takımı karargahın bir ucuna götürmüş ve rahat komutuyla beraber askerlere gözlerini kapatmalarını emrederek, güzel sesli birinden işte bu Kara Tren türküsünü söylemesini istemişti.

‘Geriye dön!’ komutu ile açılan gözler, o türkü eşliğinde o uçsuz bucaksız Karadeniz’ görüyordu. Buram buram hasret, sıla özlemi ve korkular, bir tabur askerin boğazında boğum boğum düğümleniyordu. O biçim bir manzaraydı bakılan ve kimselere fark ettirmeden akmasına engel olunamayan göz yaşları.

Her damlasında on binlerce hatırayla beraber kayıp gidiyorlardı. O türkü, o anda kalbinin orta yerine hançer gibi kazıdı tüm gerçeği: Tüm zorluklarına rağmen rüya gibi bir hayatın içinde hayallerin kadar özgürsün ve mutlu olacağın ne çok şey sarmış etrafını. Aç gözlerini ve gör artık hayatın anlamını…

Doğmamış çocuğa bile mektup yazılmıştı gerçi ama yokluğundan sonra dahi hafızalardaki izini sarsacak kadar kuvvetli bir tokat atabilmek her kula nasip olur muydu, bilinmez. Ölüm ile başlayan yok oluşun ardından sonsuz yaşama erişemeyen her kula duyulduğu gibi ortadan kaybolan merak, tüm çekmecelerin boşaltıldığı, tüm ceplerin kurcalandığı, tüm defterlerin açıldığı sürecin kaçınılmaz sonucuydu.

Kişinin özeli kalmıyor ve tüm sınırları ihlal edilirken, önündeki sis perdesi kalkıyor, duvarları yıkılıyor ve tanrıyı, dahi inkar edebilen, hiçliği dahi kabullenen tüm gizemi yok oluyordu. Sonuçta işte, insanın dağlar gibi yüce babasının, herkes gibi ölüyor olması ne tuhaf geliyordu.

Vasiyeti bile ölüm ile açılan insanın sanki öbür dünyadan mektup yollayacak olmasındaki gücün kendisi üzerindeki egemenliğine teslim olmuştu. Ölmüş babasından alacağı mektubu hayal ediyordu. O meçhul mektup babasına duyduğu hayranlığı pekiştirirken, aklına kendisine yöneltilen sorular geliyordu.

Aşk nedir, ruh nedir, diyalektik materyalizm nedir, neresiyle hisseder insan, tam ölmeden önce ne tavsiye edersin oğluna, hiç bitmeyecek kadar çok paran olsa mesela, ne yapardın, ne yapardın ha…

Ah babam ne güzel yıkadık seni ağabeyimle, tertemiz sarmadık mı kefenine. Şimdi mezarında bitkiler köklenmiş, çam ağaçları boylanıyor, karıncalar yuvalanmış, yanında bir gelincik toprağında baş vermiş.

Karayelden esen rüzgar yanağımdan bir makas alıyor. Aklımda 100. yılda alacağım mektubun heyecanı, o günü düşlüyorum babam. Yaşarken yiyemediğim tokadımı bekliyorum ve aklımda yazdığın şiirin. Güle güle güzel adam. Güle güle sana ve ne mutlu bana…

Sen kırmızı ve ben siyah
Gece de
Aydınlık
olabildiğince
Ayın şavkı
Kırmızı elbisene vuruyor
Karanlık gecede
Bitmesin bu kıvrak dans
Gülüşün çeksin beni
Nefesin
Nefesime karışırken
İncecik dokunuşların
raks etsin bedenimde
Ah bu git geller
Hele şu alnımdan akan ter
Sen hak edilmişsin bebeğim
Bırakmam seni öylece
Biz uyumayalım sabaha kadar
Varsın uyusun herkes
Haramsa haram
Uyu-mamak
Varsın uyusun bu çöplük gibi şehir
Kıvanç, kıvanç, kıvanç…
Neymişim ben ha
Hazır mısın dinlemeye
Hepsini mi
Bir kısmını mı döksem
Her şeyimi salkım saçak görsen mesela
Anlasan
Gene gelir misin kırmızı elbisenle
Topladığın çiçekler solmadan
Yığdığın yıllarını
Tek tek biriktirdiğin günlerini
Siyahlar içinde ayrılırken ben
Gözlerime bakıp
Bir daha ne zaman der misin
Ayrılan yolları
Cılız kollarınla birleştirmeye uğraşır mısın
Hep sever misin
Sevebilir misin hep…

Ersin EREN

aysaa

Related Posts

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Farklı Yolların Ortak Noktası: Yol-Kat’ın Arkasındaki Güçlü Kadınlar

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Kanserle Dans: Ebru Janssens Kayan’ın İlham Veren İyileşme Yolculuğu

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Azim, Çaba ve Başarının Hikayesi

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

Cito ve IEP Arasındaki Fark: Eğitimde Bireyselleştirmenin Gücü

3 Comments

  1. Sevmek neydi ki? Sevilmek ne? Ne olunca sevilmiş oluyordun da ne yapınca sevilmiş olmuyordun? Bunların hepsi bir çıkar hesabı mıydı? Çıkarına olmayan şey sevgiden de uzalaşıyor muydu? Babanı çok seviyordun ama her koşulda mı seviyordun? Ne zaman babandan da nefret ettin? Ne sana babana telefonda küfür ettirdi? Küfür edince babanı sevmemiş mi oldun? Ne kadar çok soru var sormadığımız ? Belki de cevabını bilmediğimizden. Belki de cevaplarından korktuğumuzdan? Ne de olsa insansın. Butun dünya bizim için yaratılmış Tanrı tarafından. Az bile bu böbürlenme. Nazım ın dediği gibi
    Onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
    İste insanın destanı. Bunu da insana Tanrı hediye etmiş sanki.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

İlginizi çekebilir

Dil secenekleri

Tags