Kurban
Yaşadığını idrak etmek için kan görmek gerekiyor. Akan kan ve ölüm en sarsıcı şekilde hatırlatıyor unutulan değerleri. Kurban bayramları bana daha çok bu yönüyle sevimli geliyor artık. Ölümle yüzleşerek, ölümle iç içe ve kabullenerek ve hatta bizzat öldürerek yaşama tutunmak…
Babamın adım adım ölüme giderken giyinmiş olduğu yeşil şortunu, bu kez ben giyindim. Eşyalara anlam yüklemek babamın işi değildi, ama ben her köşede, her izde, her sözde bir karşılaşma görüyorum.
Alışverişimiz devam ediyor. Köşeye sıkışmış hissetiğimde, neredesin be adam diye isyan edesim geliyor. Öyle gitmek var mıydı diye yaşadığım garip duygu durumu zihnimi kaplıyor. Ama babam öyledir işte. Hep öyleydi.
Bisiklete binmeyi öğrendiğim ilk gün mesela, ensemden tutuyordu, 2-3 pedal çevirip de sürmeye başladığımı hissettiğim anda babam çoktan arkada kalmıştı bile. Öylece bırakmıştı beni. Düşe düşe öğrenmiştim ve dizlerimde hiç eksik olmazdı yaralarım.
Çocukluğum da, gençliğim de babamın dımdızlak bıraktıklarına alışmaya çalışarak geçtiğinden zihnimi meşgul eden karmaşaya, çoğuna göre bir nebze daha fazla hakim olduğumu düşünüyorum. Babamın yarı yolda bırakmaları, kaderine terk etmeleri, sana hiçmişsin gibi davranmaları ve bencillikleri kadar ansızın çıkıp gelmeleri de meşhurdu.
Tam ondan nefret etmeye başladığın sıra, öyle çok ihtiyacın olduğunda,öyle bıkkın ve kendini hiçmişsin gibi düşündüğün sırada gelip seni o bataktan çıkarmaya muktedirdi ki; onun her gidişinin ardından kendini daha bir köklü, daha derin, daha yoğun bir kimlikte bulurdun ve işin enteresan yanı bu onun çevresindeki hemen herkes için geçerli bir kuraldı. Kendindeki gücü başkalarına aktarmayı başarabilen nadide yeteneklerinden biri de buydu.
Bugün kurban kesmeye giderken babamın yeşil şortunu giyiyorken işte o ansızın gelmeleri gibi bir his oluştu. Şak diye çıkıvermişti karşıma şort ve al giy bunu der gibi elime tutuşturulmuştu sanki. Bir şort işte, ne var ki diyemeyeceğim kadar özel geliyor bana bütün bu eşyalar. Her şeyin bir anlamı olduğunu kabul etme fikri, hayatı daha eğlenceli, daha fantastik yapıyor. Bir keresinde kızına şöyle bir yazı yazmıştı:
‘Bir yaşında ya varsındır ya da yoksundur bu fotoğrafta. İki tavşan dişin üstten çkmış iki de altta var belli ki. Yumuk ayakların yumuk ellerin pembe pembe. Daha hiç yürümedin bile. Saçların da uzunca bir süre böyle kısacık kaldı. Fotoğrafta görünmüyor ama arkasından bakarsak o bebek kelliği gitmiş bile çoktan. Benekli pembe bir çorap, kare desenli pembe bir şort, tavşan motifli pembe bir tşört ile annenin kızısın işte. Bir yapbozun iki parçası gibi iç içe girmişsiniz.
-gel gel bak aşağıda çok güzel deniz de varmış
-yapma ya, dur geliyorum.
İlk defa 5 yıldızlı bir otelde kalıyoruz annenle. Benim de katılmam icap eden bir eğitim için baro organizasyon düzenlemiş, eşlerimizi ve çocuklarımızı da yanımızda götürebiliyoruz.
En güzel kıyafetler alınır öyle lüks otellere tatil yapmaya giderken. Bavullar hazırlanmış pusetler alınmış doldurup Lada Samaramızın bagajına basıp da gelmişiz. Annen hep tedbirliydi kızım, onun sizin için hazırladığı çantasında yok yoktu. Hala da bir şey değişti mi, değişmedi.
Sana da altı kaymaz çoraplardan almış, hava ısınmış belli ki yaz gelmiş ama annen yine de çorabı kalın tutmuş. Mazallah ayacıkları üşür de karnı ağrır kızımın diye düşünmüştür. Ben biraz daha kaba sabayım bu tür konularda. Böyle hassas şeyleri düşünmek beni çok yoruyor, mümkün olduğunca bundan kendimi sakınmayı tercih ediyorum. Bana her şey uyar pozisyonunu alıp kendimi akışa bırakıyorum gibi.
Dikkat edersen ikiniz de daha süt gibisiniz. Güneşe çıkma fırsatınız olmamış hiç. Annen seni epeyce kremlemişti muhtemelen, böyle şeyleri asla ihmal etmez çünkü.
Otele vardığımızda çok değişik gelmişti. Otel, bir yamaca kurulmuş ve sırtını kayalıklara dayamış, yüzünü de denize dönmüş. Dalgalar kayalara vurdukça sesleri yankılanıyor. Balkona çıkıp da denize baktığında fark ediyorsun ki, hiç durmayan bir davul sesi, gümbür de gümbür yayılıyor etrafa.
Bir kule inşa etmişler otelin çekirdeğine ve oradan inip çıkmak mümkün. Ben lay lay lom gelmişim ama dersler ağır, dersler uzun, seminerler ciddi. Kaçıp da derslerden şöyle keyifle bir otelin, denizin, bebeğimin tadını çıkarmak nasip olmuyor. Bir fırsat bulup da iki ders arasında çıkmışım.
Bebeğimiz olunca portreleri iyi çeken, derinlik veren, objektifli, ortalama bir fotoğraf makinesi almıştık kuzenden. Onu da alıp deniz kenarına inmişiz.
-aaaaa, plaj da varmış ya burada
-hiç tahmin etmezdim, çıkar şuncağızın çoraplarını da ayaklarını denize sokalım, kuma bassın biraz da.
İşte böylece çıkardık çoraplarını önce biraz suya oradan da sıcak kumlara soktuk ayaklarını. İlk defa denizle, ilk defa deniz kumuyla temasın böyle oldu işte kızım. Kuşadası’nda Atakule Oteli’nde ve aylardan mayıstı işte.
Ben senin yumuk ayaklarını çok sever, öper öper koklar, püf derdim, kokuyor ayakların. Sen de uzatıp dururdun, öpüp koklamaya devam edeyim diye. Annen ayakların üşümesin diye çoraplarını giydirmeye çalışırken;
-ya bir dur şöyle yumuk ayaklarının fotoğrafını çekeyim şunun.
Daha annenin öbür çorabı giydirmesine fırsat vermeden işte bu fotoğrafı çektiydim.
Fotoğrafta sen ve annen ışıl ışılsınız. Gülen gözlerdeki heyecan nasıl da yansımış yüzlerinize. Görünmeyen bir şey daha var fotoğrafta. Ne kadar bakarsan bak göremezsin ama dikkatli okuyucular anladı bile. Karındaşın da bu fotoğrafta aslında. O da usul usul dinlemede. Sevginin umudun aşkın bir meyvesi olarak annenin karnında olgunlaşmakta, kızım.
İşte ben bir fotoğrafa bakınca böyle bakıyorum, bunları görüyorum ve böyle keyif alıyorum.’
Bir fotoğraf karesi üzerinden yaşamaya dair kendine dair aktarabildiği kadar her ne varsa yazmıştı.
Kurbanı da, üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken çok değerli bir gelenek olarak görüyorum. Bir dayanışma göstergesi, hayata karşı bir baş kaldırı, teslimiyet ve ölüm karşısındaki insanın çaresizliğini azıcık da olsa kavrayış için ortaya çıkmış olan bu serenominin takdire şayan nitelikleri de, ne çok.
Bir aile, çocuk genç yaşlı kız erkek kurulup sandalyelere ölümü, en çıplak haliyle seyrederek meşrebine göre dersler çıkartıyor. İnsanlığın neredeyse ortaya çıktığından beri süregelen bu çarpıcı davranış biçimi, bir yandan insanı boyun eğmeye gücün karşısında itaate ve teslimiyete yönlendirirken diğer yandan ölümün kaçınılmazlığı ve ölüme rağmen hayatın devam ettiğine dair düşündürdükleri ile etkileyici bir sinema filmi gibi etki yaratıyor zihinlerde…
O balkondan dayımın kurbanı kesmesini seyrederken, hepimizin meşrebince dediğin gibi neler oldu neler birleşip yoğuruldu kafalarda. Kurban şenlikti, canlı bir bayramdı ramazanın aksine. Sizin gelmeniz zaten şenlikti ama bu sefer bir tören gibi kesmesi soyması hop daha hayvan gidiş yolunu bulmadan çıkıp tavaya düşen ciğeri, dayımın muzaffer asker gibi o kuru divana kurulması ulu manitum benim, etrafında gelene geçene bakması elbiseyi ayakkabıyı uzayan saçı büyüyen bedeni fark etmesi bir şey demesi sana sorması… o gün bir fark edilme günüydü…
Ben o kesilen hayvanlarla hiç duygusal bağ kurmadım üzülüp travma neyin de olmadım. O bir araçtı, hatta ömrünün son anında dayım onu keserken bile severek okşayarak keserdi, vahşetle değil muhabbetle uğurlardı belki bu bakımdan şanslıydı bile kuzucuk. Biz de çok şanslıydık, ölüm bizim eve o gün bir hırs bir yok oluş için değil de neşe için birlik için gelirdi, sizin gibi…
Yine derinlere daldık sayende
Teşekkürler