Hollanda’da Mühendis Olarak Çalışmak
Hollanda’da mühendis olarak çalışmak mı? Türkiye’de mühendis olmak mı? Ne gibi farklar ve haklar var.Daha önce beyim ile yaptığım “Mühendis Olarak Hollanda’da Nasıl İş Bulurum?” yazısını, yeni gelen ve gelmek isteyen çok mühendis adayı olunca yazı dizisi haline getirdim. Hollanda’da mühendis olarak çalışan Can Seriç ile Hollanda çalışma kültürü ve Hollanda’da mühendis olmak hakkında konuştuk. Keyifli okumalar…
Bize kendini tanıtır mısın?
Öncelikle kestane balının diyarı Hollanda’nın Eindhoven şehrinden tüm dünyaya selamlar. Ben 7 sene Türkiye’de, 7 sene Hollanda’da; her iki ülkede de mühendis, takım lideri, proje lideri olarak değişik şirketlerde ve çeşitli projelerde çalışmış bir bilgisayar mühendisiyim. Eğer bu röportajı 1-2 ay daha geç yapmış olsaydık bu eşitlik Hollanda lehine bozulmuş olacaktı.
CV’mi inceleyenler görecektir, her girdiğim şirkete önce yazılım mühendisi olarak giriş yaparım, bir süre sonra bende benim kendimde göremediğim ne görüyorlarsa artık beni sırasıyla takım lideri, proje lideri, program lideri, bir şeyler lideri, müdürü filan yapıyorlar. Bu duruma gelince bir süre sonra ben darlanıyorum, daha önceden çalışmadığım ve merak ettiğim bir alanda faaliyet gösteren bir şirkette yazılımcı olarak başlayıp süreci yeni baştan başlatıyorum. Neden böyle yaptığım konusunda bir fikrim yok, artık kendime bir challenge olarak mı görüyorum, kendimi tekrar tekrar kanıtlamaya mı çalışıyorum, bilemiyorum. Bir önceki çalıştığım şirket bu durumda bir istisnaydı, sanırım o yüzden en uzun süre orada çalıştım.
O zaman 7 sene önceye dönelim, 7 sene Türkiye’de çalıştıktan sonra göç etmek için neden Hollanda’yı seçtin?
O zamanlar artık Gezi olayları filan bitmiş, ülkede elle tutulur, gözle görülür bir değişiklik olmamış, haliyle bizde de gelecek konusunda bir ümit kalmamış bir dönemdi. Aksi gibi o zamanlar çalıştığım şirket insanı bırakın sadece çalıştığı şirketten, işten, meslekten; üstüne üstlük yaşadığı şehirden, ülkeden tiksindirecek kadar toksik bir mekanizmaydı. 2014 senesinin sonlarına doğru eşimle gitmeyi planladığımız bir Avrupa gezisi için vize dokümanlarına harcadığımız efor artık ağzına kadar dolmuş bardaktan son damlayı taşırdı. Avrupa gezisine çıkmadan önce bir Linked-in ilanındaki “başvur” tuşuna basmış bulundum. Ve işte buradayız…
Demek isterdim; ancak her şey bu kadar hızlı ve üstünkörü olmuyor hayatta. İşin aslı hemen hemen mühendis ihtiyacı duyan bütün aday ülkeleri araştırdım, Almanya’yı çok çabuk eledim, orada çalışan arkadaşlarımdan üstü kapalı ırkçılıkla alakalı çok şeyler işitmiştim. Güney Avrupa ülkeleri kendi mühendislerini besleyemiyordu daha, o yüzden onların da üstü çabuk çizildi. Kanada hem çok uzak, hem çok soğuk. Bu’nun şu’su var, şu’nun bu’su var derken, daha bunlar gibi birçok eleme sonrasında 3 aday ülke ile başbaşaydık: Amerika, Danimarka, Hollanda.
Neden bu üç ülke?
Amerika’ya aslında eşim de ben de pek sıcak bakmıyorduk. Uzaklık büyük bir problem, acil bir durum olsa uçağa atlayıp gelmek sıkıntı, ayrıca arabada giderken polis tarafından çevrilip öldürülme olasılığı da cabası. Ama yine de aklımdaki bir firma ile görüştüm. Aynı zamanlarda Danimarka’dan bir firma da aradı, bir firma dediğime bakmayın, aslında arayan büyük ihtimalle birçok insanın ofislerinin fotoğraflarını internette görünce “aha keşke burada ben çalışsam” diyecekleri Lego firmasıydı. Google’a “Lego Billund Office” diye yazıp ararsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız 🙂 Ve yine aynı zamanlarda Hollanda’dan bir firmanın ilanına da aynı az önce anlattığım şekilde Linkedin’den başvurmuştum ve onlar da geri dönüş yapmışlardı. Amerika’nın bu listede olma nedeni sadece o sevdiğim ve ürünlerini kullandığım firmanın orada olmasıydı, başka sofistike bir nedeni yoktu. Danimarka’nın bu listede olmasının nedeni ise Lego’nun orada olmasıydı 😀 Hollanda’yı seçmemin nedenleri ise çok çeşitliydi:
- Göçmenlere alışkın, kendi deyimleriyle “toleranslı” bir ülke olması
- Her yere ulaşım açısından kolay bir konumda olması
- Kalıcı yerleşim izni ve vatandaşlık konusunda daha ılımlı şartları olması
- Ülkenin hemen hemen hepsinin İngilizce konuşması ve ticaret geçmişleri dolayısıyla bunu pek de sorun etmemesi. Fransa’ya, Almanya’ya filan gitseniz kendi dillerini dayatırlar. Hollanda’da ise tam bir tüccar alışkanlığıyla size ayak uyduruyor, arada çaktırmadan seni içine çekip kültürlerine dahil ediyorlar. Tabi bu kısımları geldikten sonra öğrendim, ama yabancılarla İngilizce konuşmayı toplumun genelinin sorun etmiyor oluşunu gelmeden önce expat forumlarından öğrenmek zor olmadı.
- Ve tabiki Hollanda’ya göçme kararı almamızın belki de %30’luk kısmını oluşturan meşhur %30 vergi avantajı. Ben geldiğimde 8 yıldı, Hollanda hükümeti büyük bir kazık atarak hali hazırda alanların hakkını bile 5 yıla düşürdü, sonra bizimkileri 6 olarak güncellediler, bir sürü kepazelik…
Neyse, bu 3 aday ülke içerisinden en büyük savaş Hollanda – Danimarka arasında oldu. Ama taa 17. yüzyılda Descartes bile fikir özgürlüğü açısından en özgür ülke olduğu gerekçesiyle Hollanda’da yaşamayı seçmiş, “biz kimiz ki Descartes’ten iyi bir karar verelim?” diyerek gelmiş bulunduk buralara.
Hatta tam zamanı belirlemek için şöyle söyleyeyim, biz gelmeden önceki hafta Euro 2,62 TL ediyordu 🙂
Hollanda’da iş hayatında karşılaştığın zorluklar nelerdi?
İlk karşılaştığım zorluk baş ağrısıydı 🙂 Çalışmaya başladığım şirkette İngilizce anadil olmakla birlikte birçok ülkeden insan olduğu için, ben çalışmaya çalışırken çevremde hemen hemen bilinen her ana dil grubundan diller konuşuluyordu. Türkiye’de uluslararası projelerde, toplantılarda, etkinliklerde çok bulundum. Baş ağrım böylesi ortamlara alışkın olmadığımdan değil, hatta Türkiye’de işe ilk başladığım şirketteki binada tek Türk bendim 😂
Nasıl yani? Türkiye’deki bir firmada mı tek Türk sendin?
Evet evet, yani bir bakıma evet. Türkiye’de ilk çalışmaya başladığım firmanın benim çalıştığım ofisinde ve projesinde iki Hintli, bir Tanzanyalı, bir Rus, bir Azeri ve bir de ben vardım. Sonradan birçok başka Türk mühendis geldi. Başkaları gelmeden ilk başlarda çıktığımız öğle yemekleri komik oluyordu, garsonlar böylesi bir topluluğu daha önce pek görmedikleri için eğlenceli diyaloglar yaşanabiliyordu.
Neyse, çok uluslu ortamlara alışkın olmadığımdan değil ama Hollanda’da hem ev arayışı, hem yeni çalışma ortamı derken bir de bu kadar çok dil girişi olunca beynim katlanamaz hale geliyordu, ilk iki ay boyunca ofise gittikten hemen sonra bir ağrı kesici içiyordum 🙂 Sonradan bu farklı dil girişlerinin büyük bölümünü oluşturan Hollandacayı beynim filtrelemeye başladı ve rahata erdim. Tabi bu filtreleme sonradan başıma bela oldu, şu anda da birileri Hollandaca konuşurken zerre dinleyemiyorum, karşıdakini durdurup konuşmayı direk İngilizceye çeviriyorum. Tabi Hollanda pasaportum olması bu durumu açıklamamı zorlaştırıyor 🙂
Yaşadığın tek zorluk baş ağrısı mıydı?
Başka bir zorluk olarak da bir talihsizlik sonucu geldikten birkaç ay sonra benim bulunduğum takımın fazla mesai yapması gerekmişti. Fazla mesailerden kaçıp fazla mesainin göbeğine düşmem bir nevi instant karma olarak terk ettiğim ülkemin benden intikam alması gibi yorumlanabilir. Ama burada fazla mesai denilen şeyin en az yarım saati akşam yemeğine ayrılan ve ek çalışma olduğu için 2x olarak ücretlendirilerek tarafıma ödenen 2-3 saatlik sürelerden oluştuğunu öğrenmem durumu değiştirdi. İlk zamanlardaki bu fazla mesailer, Türkiye’deyken Cumartesi – Pazar, sabah – akşam demeden kan ter içinde çalışan benim için muasır medeniyet seviyesine bir nevi yumuşak geçiş olarak adlandırılabilir.
Bunlar tabi işin şakası, aslında pek de dişe değer bir zorluk yaşamadım. Benden önce bu yazı dizisinde röportaj yaptığınız arkadaşın (yoksa beyinizin mi demeliyim 😀 ) dediklerinin aksine ben Hollanda’da her daim iş ve kişisel yaşamı birbirinden kutsal bir çizgiyle ayıran şirketlerde ve projelerde çalıştım.
Senin deneyimlediğin kadarıyla Türkiye ve Hollanda arasındaki çalışma kültürü farklılıkları neler?
Of çok kapsamlı bir soru bu, ancak kategoriler halinde anlatabilirim sanırım. Tümdengelim yöntemiyle gidelim, tepeden aşağıya doğru inelim. Önce ülkeler açısından, sonra şirketler açısından, sonra da çalışanlar açısından farklara bakalım.
Ortam senin, buyur istediğin gibi anlat
Ülkeler açısından çalışma kültürü farkları için önce şu ayrımı yapmakta fayda var, bu ülkelerin klasmanları, dövüştükleri sıklet farklı: Hollanda bildiğimiz üzere gelişmiş bir ülke, adeta bir ağır sıklet boksör. Türkiye ise geçmişte Birleşmiş Milletler tarafından gelişmiş olarak sınıflandırılmış olsa da birtakım çevre fonlarından daha fazla faydalanmak adına 2018 senesinde gelişmiş ülke statüsünü gelişmekte olana çevirmek için başvuruda bulunmuş bir ülke 😆, buraya sonradan haber linkini eklersiniz. Boksör benzetmesinden devam edersek, maç kazanmak adına kendinden hafif sıklettekilerle maça çıkan, ama aslında ağır sıklet olan bir boksör Türkiye. Bu durum bile sanırım ülkelerin genel olarak çalışma kültürleri konusunda bir fikir veriyordur.
Çalışma kültürü açısından en büyük bir başka gösterge ise her iki ülkede hüküm süren “düzen”ler: Hollanda komşuları gibi sosyal devlet politikasını benimsemiş, aynı zamanda “poldermodel” adını verdikleri sosyo-ekonomik bir çalışma modelini geliştirmiş bir ülke. İşverenlerin oluşturduğu birlikler, işçi sendikaları ve hükümet üçü bir arada Sosyo-Ekonomik Konsey (Sociaal-Economische Raad, SER) bünyesinde olası işçi sorunlarını önlemeye çalışırlar. Bu modele göre aslolan konsensüstür, tüm farklılıklara rağmen işbirliği esastır. Bakın bu entegrasyon sınavında çıkar, bedavadan Hollanda vatandaşlık bilgisi veriyorum burada 🙂 Bu konseyin görevi eşit gelir dağılımı sağlamak, işsizliği önlemek ve dengeli ekonomik büyümeyi sağlamaktır.
Türkiye ise neoliberal düzenin Amerika’dan, yani bu düzenin yaratıcısından bile daha yaratıcı şekilde işlediği belki de tek ülkedir, çünkü bu düzen bir de otokratik plütokrasi ile birleştirilmiştir. “Ne anlatıyon lan sen değişik” diyenler Türkiye’de çalıştıkları ya da çevrelerinden duydukları bir aile şirketini düşünsünler. İşte o şirketin yönetim biçimiyle ülkenin yönetim biçimi aynı olduğu zaman az önce dediğim -izm’ler gerçekleşmiş oluyor arkadaşlar. Bunun neden böyle olduğu konusunda birçok akıllı insan daha önceden kafa yormuş, bunu benim burada kısaca anlatmaya aklım, fikrim yetmez maalesef. Ama genel olarak şöyle bir iki cümleye sıkıştırılabilir belki: koloni dönemlerinde başlayan merkantilizm ve sonrasında gelen kapitalizm sayesinde Hollandalılar sermaye birikimi sağlamaya, dolayısıyla da kendilerine yatırım yapabilme olanağını elde edebilmişler. Aynı tarihlerde Osmanlı devletinde ise uygulanan herhangi bir ekonomik model yok, varsa bile bize derslerde ancak Kasr-ı Şirin antlaşmasının gerçekleştiği yılı, karadan yürütülen gemileri tarih diye anlattıkları için bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz; lonca ve tımar sistemleri yüzünden serbest piyasa ortamı oluşturulamamış, birikmiş sermayeye de kendisine rakip istemeyen Osmanlı hemen çökmüş (birilerinin malına çökme uzun süreden beri geleneğimizmiş demek ki), haliyle piyasa filan gelişememiş. Ben mühendis aklımla sözelcilerin işlerini ancak bu kadar anlayabildim, merak edenler Max Weber’den “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” veya Niall Ferguson’dan “Uygarlık: Batı ve Ötekiler” kitaplarını okuyabilirler, bu iki değişik kültürün neden bu kadar farklı iki yola evrimleştiğini daha iyi anlayabilirler. “Kitap okumak çok sıkıcı hacı, ben resimlerine bakıyorum” diyenlere de Europa Universalis IV oyununu öneririm. Oyunu oynayarak da bu dönemlere dair bilgi edinebilirsiniz, ama bu kafayla oyunu oynayabilmeniz de zor, onu söyleyeyim.
Hollanda’nın ülke olarak çalışma kültüründe ne demiştik özet olarak: 3’lü bir yapı var ve işçi hakkını gözeterek ekonomiyi büyütmenin yollarını hep birlikte arıyorlar. Türkiye için bunu diyebiliyor muyuz? Efendim? Ben de tam olarak öyle düşünmüştüm…
Şirketlerin kültürüne geçelim mi ?
Geçelim. Şirketler yapıları ve kuruluş amaçları gereği kar elde etmek amacıyla kurulan yapılar, bu konuda her iki ülkede de bir farklılık yok doğal olarak. Geçmişte plantasyonlarda çalışırken ayaklarına zincir takılan köleler, bu sefer de açık ofis sistemlerinde masalarda çalışırken bellerine kurumsal kimlik kartlarını takıyorlar, aynı hesap.
Benim açımdan iki ülkedeki şirketlerdeki farklılıklar, ülkeler bazında az önce baktıklarımızla aynı gibi geliyor. Hollanda şirketlerinin çalışma kültürü dediğimiz şey yüzyıllar öncesinden gelen bir tarihsel birikim; bu adamlar borsayı bulmuşlar, futures denilen vadeli işlemler piyasasını bulmuşlar.
Bizim Osmanlı ahalisi Lale Devri’nde lale bahçelerinde gönül eğlendirirken, bunlar finans kitaplarının baş köşesinde yer alan Lale Balonu ya da Lale Çılgınlığı olarak bilinen, daha çiçek bile açmamış lale soğanlarının çiçek açtıkları zamanki değeri için çok önceden yatırım yaparak piyasada dönümlerce arazilerle takas edilmesiyle doruk noktasına ulaşan ekonomik krizler yaşamışlar. VOC (Vereenigde Oost Indische Compagnie) denilen Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’ni 17. yüzyılda kurup Hindistan’ın başına bela etmişler. Bu şirket öyle bir şirket ki, en coşkulu zamanlarında 70-80 bin kişi çalışıyor, kendi ordusu filan var ve Hindistan’ı, Endonezya’nın oraları sömürüp dünyaya mal satıyor. Halen bu şirketin en büyük zamanlarındaki değerine yaklaşabilen bir şirket olmamış dünyada ve bu şirket aynı zamanda dünyanın halka arz edilen, yani borsada işlem gören ilk şirketi.
Tabii ki bunları etik açıdan doğru ya da üstün bulduğum için anlatmıyorum, adamlar köle satıyor, sömürü yapıyor, para kazanıyor. Tamamen pislik, leş bir ahlaki anlayışı var şirketin, ama bunları 17. yüzyılda yapabilmek için gereken lojistiği filan düşününce her iki ülkedeki şirketlere profesyonel bakış açısı değişebiliyor. Ve bu şirketlerden sadece bir tanesi, adamlar bu şirketlerden bir sürü kurmuşlar, bunları finanse etmek ve riski minimize etmek için halka arz etmişler, o yıllarda borsa ile uğraşmışlar. Bizim en eski şirketleri araştırınca çıkanlar hep lokumcu, iskenderci, kahveci, bozacı, tatlıcı, pilavcı…Komik olsun diye kafadan yiyecek, içecek adı uydurmuyorum bu arada, listedeki sıraları bile bu şekilde, Hacı Bekir Lokumları, İskender İskenderoğlu kebapçısı, Kurukahveci Mehmet Efendi vs…
Şimdiki Hollanda şirketlerinin devasalığı ya da uluslararası alanda hepimizin bildiği şirketler olmasının yanı sıra, tek bir Hollanda şirketi bile şu anda Borsa İstanbul’da işlem gören tüm şirketlerin toplam değeri olan 144 milyar doların iki katından büyük durumda. Bu rakam 1 Aralık 2021 rakamı ve bugünlerde hepimiz biliyoruz ki bu 144 milyar dolarlık değer günden güne daha da azalıyor.
Tamam, şirketlerin arasında bir büyüklük farkı var, bu çalışma kültürüne nasıl yansıyor?
Tam oraya geliyordum, bağlıyorum hemen: bu iki ülkedeki şirketlerin ebat olarak büyüklük ve toplam yaş olarak farkları tabi ki şirketlerin çalışma yöntemlerine de yansıyor. Türkiye’de genel olarak büyük şirketler aile şirketlerinin holdingleşmesi ile büyümüş yerler, o yüzden feodal bir yapı söz konusu. Yine profesyonelleşme adı altında genel kurullar, toplantılar oluyor tabi ki bu şirketlerde, ama son sözü her daim 100 yaşında da olsa hala genel kurulun başında olan şirketin kurucusu baba yada veliaht evladı söylüyor. Eindhoven’ı Hollanda’nın 5. büyük şehri yapan, içinde yaşayan herkesin en az bir kere kendisinde ya da onun kurduğu yan şirketlerinden birinde çalıştığı Philips 2021 itibariyle 130 yaşında. Kurucusu olan adamın kemikleri kalmamıştır şimdiye kadar, ama şirket hala yoluna devam ediyor ve yönetimle Philips ailesinin mirasçılarının bir alakası yok. Aynısını ülkemizdeki meşhur aile holdingleri için diyebiliyor muyuz? Diyemiyoruz.
Türkiye’de şirket yönetimlerinin babadan oğula devredilmesi ile kendini gösteren feodal düzen alt departmanlara da yansıyor tabi. Müdürler, müdür yardımcıları hep birer derebeylik gibi faaliyet gösteriyorlar. Ben sırf o müdürlerden birisi istiyor diye Türkiye’de ilk çalıştığım şirkette takım elbise giyerek kod yazdım bir müddet yahu, o bahsettiğim yabancılarla dolu ortam vardı ya, orada takım elbise giyerek bilgisayar başına otururduk işte, var mı böylesi yalandan saygının, hürmetin ötesi 😀
Kurumsal gibi gözüken şirketlerde ise, yani birtakım iştiraklerin, kurumların kurduğu şirketlerde de, devlet yönetiminde olduğu gibi bir kadrolaşma söz konusu oluyor: Bir koltuğa kıçını koyan hemen akraba, tanıdık kıçları için de koltuk kapıyor. Bu şekilde üsttekinin torpiliyle, tanıdığıyla işler dönünce tabi üste hürmet göstermek de elzem hale geliyor. Hürmetten kastım yalapşap el öpmek filan değil tabi, en basiti Türkiye şirketlerinde ya da genel olarak çalışma kültüründe geçerli olan yalancıktan hürmet göstergesi Bey’li Hanım’lı konuşmalar olsa gerek. İtiraf edeyim ben de hep bu şekilde konuşurdum, herkes birer prens, prensesmişçesine lakapları, unvanlarıyla hitap ederdim. “Adının birincisi, Muhasebe ve İnsan Kaynakları departmanlarının müdiresi, şirketin koruyucusu, yedi krallığın hükümdarı, ejderhaların annesi, maaş bordrosu kıran, Targaryen hanesinden Daenerys Hanım, hoşgeldiniz.”
Halbuki Hollanda’da çalışmaya başlayan arkadaşlar hemen fark edeceklerdir, bırak kendi müdürünü, departmanın müdürünü filan, CEO gelse o Sir, Madam filan söylenmez. Tüm önceki saydığım abuk subuk tarihi bilgileri filan geçin, her iki ülkedeki şirketler arasındaki çalışma kültürlerinin en büyük farkı işte tam olarak bu.
En son fark olarak çalışanlar arasındaki farklar kaldı sanırım
Eveeet, işte burada puan bize yazılıyor arkadaşlar, önceki bölümlerde kırılan gururumuz burada hassasiyetle onarılacak 😂 Bizler çok büyük travmalarla yetiştiğimiz ve stresli ortamlarda çalıştığımız için bir projede teslim tarihi yaklaştıkça ya da başka bir stres durumu söz konusu olduğunda elimizde çekirdekle olay yerini izleyebiliyor, normal beyin fonksiyonlarımızla normal bir şekilde işleyişimizi sürdürebiliyoruz. Hatta şunu da iddia edebilirim, belki de stresli ortamlarda daha bile iyi çalışıyoruz! Hani “bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır” denir ya, koca bir ülke dolusu insan yıllardır travma halinde hayatını sürdürmeye çalıştığı için bu genelleme sanki doğrulanıyor.
Hollandalı çalışanlar ise hayatlarında stres görmemişler. Hem kişisel, hem profesyonel hayatlarında gelecek en az 1-2 yıllarını planlamış şekilde yaşadıkları için, bu planlardan en ufak sapmada mavi ekran verip kapatıyorlar şalterleri.
Bizler, yine Türkiye’de çalıştığımız işlerde hemen her türlü aktiviteyi kendi yağımızda kavrularak kendimiz halletmeye çalıştığımız için her türlü konuda bir pinçik de olsa bilgimiz oluyor. En azından konuyla alakalı bir sorun olduğunda nereye bakacağımız ya da nasıl başlayacağımızla alakalı bir fikrimiz oluyor. Bununla alakalı birçok arkadaşımdan örnek verebilirim ama sanırım en iyi örneklerden bir tanesi benim: Bana herhangi bir bilgisayar terimi ya da bilgisayarla alakalı olmasın yahu, herhangi bir konu ver, o konuyla alakalı konuşmaya hemen başlayabilirim. Ama o konuda uzman birisi dinlese “ne anlatıyor lan bu herif?” diye sorabilir 😂 Demek istediğim şu: Biz farklı farklı birçok konu hakkında çalışmış oluyoruz, ama herhangi bir konuda uzmanlaşamamış oluyoruz. Hollandalılara gelince onlar hayatlarını bir tek şeye adıyorlar genelde, ve o konuyu sonuna kadar öğrenip gerçekten uzmanlık mertebesine yükseliyorlar. Hangisinin daha avantajlı bir durum olduğu sanırım konuya ve bağlama göre değişir, ama benim açımdan bizim konumumuz daha avantajlı gibi geliyor. Bu konuyla alakalı bir de şöyle bir durum var: Bu birçok çeşitli konuda yaptıklarını CV’ye yazınca Hollandalı birisi ile iş görüşmesi yaparken karşıdakinin ilk tepkisi sanki sen ne varsa CV’ye doldurmuşsun gibi oluyor. Tabi görüşmede hepsini hakkıyla savunup neler yaptığını anlatabiliyorsan bir avantaja evriliyor, aksi takdirde dezavantaja.
Bir de şöyle bir fark daha var, bizim toplumumuz biraz mikro milliyetçi bir toplum, her konuda hemen gruplaşma, kabileleşme görülebiliyor. Çalışanlar arasında da X üniversitesinden mezun olma, önceden Y şirketinde çalışmış olma gibi durumlar bir nevi etiket görevi görüyor. Hatta Türkiye’de bazı iş ilanlarında da görmüşsünüzdür, şu şu üniversiteden mezun adam ararlar mesela. Hollanda’da böyle bir üniversite ayrımı yok, ben hiç kimseden belli bir üniversiteden mezun olmakla alakalı bir övünç, kıvanç duymadım. Ayrıca iş arkadaşlarının maddi durumunu da kolayca anlayamazsın Hollanda’da. Benim muhatap olduklarım genelde gösterişten uzak bir hayat yaşıyorlar, halbuki Türkiye’de BMW sahibi olmayan mühendisleri dövüyorlardı benim zamanımda yahu 🙂
Neyse bu kadar fark yeter herhalde.
O zaman son sorumuza geçelim. Hollanda’da iş arayan adaylara ne önerirsin?
Haşa, ben kimim ki ne önereyim. Ama bak Yunanlar 2500 küsür yıl öncesinde Delfi tapınağının kapısına yazmışlar, onu aktarabilirim: “Kendini Bil”. Önce bir otursunlar, artısını eksisini çıkarsınlar, ciddi şekilde düşünsünler, kendilerini sorgulasınlar. Mesela ilk soru “neden özellikle Hollanda’da iş arıyorum?” olabilir. Eğer bu sorunun cevabı paraysa, Hollanda’yı listeden çıkartın arkadaşlar, dünyanın en yüksek gelir vergileri sıralamasında en üste oynuyor. %30 vergi avantajı zamanı biter bitmez 600-1200 Euro arası bir para aylık net maaşınızdan siliniyor, kötü bir durum. Hatta konu sadece paraysa ve işiniz yazılımla alakalı ise, bence yurtdışına gitmenize bile gerek yok: Girin bir remote work için aracılık yapan web sitesine, Amerika’dan bağlayın işleri. Junior mühendisler bile aylık 5000 – 6000 dolar net para alabilir. Bu parayla Türkiye’nin herhangi bir yerinde krallar gibi yaşarsınız, deniz kenarı bir yerde arazi al, ev yap, hem misler gibi güneşli bir ortamda yaşamış olursun, hem süper para kazanmış olursun. Burada para da, güneş ışınları da çok az miktarda geliyor 😀
O soruya cevabınız “insanca yaşamak istiyorum” minvali bir cevapsa o zaman Hollanda tam aradığınız yer. Sonrasında değerlendirmeniz gereken nasıl bir işte çalışmak istediğiniz. Hollanda’nın güneyi, daha spesifik olarak Eindhoven, Ar-Ge ağırlıklı işlerin döndüğü yerler. Randstad denilen yani 4 büyük Hollanda şehrini (Amsterdam, Den Haag, Rotterdam, Utrecht) içine alan bölgede ise daha çok finans ağırlıklı işler oluyor. Bu iki bölgeyi yazılım dünyası açısından Ankara ve İstanbul’a benzetebiliriz; Ankara’da daha çok teknokentlerin bünyelerinde, ya da askeri işler yapan teknoloji firmalarında Ar-Ge ağırlıklı işler döndüğü için Eindhoven’a benziyor. İstanbul ise daha çok ERP, finans tarzı işlerle meşgul olduğu için Randstad’a benziyor. Çalışma kültürleri açısından bu iki bölge birbirinden çok farklı bu arada, ülkenin güneyinde katolik kültürü baskın olduğu için daha rahat, sakin bir çalışma kültürü oluyor, yani 5-10 dakika geç kaldığınız için kimse size surat yapmaz. Kuzey kısmında protestan kültürü ağırlıklı olduğundan bu çalışma kültüründe dakiklik olarak kendini gösteriyor. Tabi ki günümüzde dinin pek de bir önemi yok Hollanda’da, dindar insanlar da pek bulunmuyor ama kültürel açıdan etkisi hala hissediliyor.
Hollanda’ya karar verdiniz, Hollanda’nın neresi olacağını da kararlaştırdınız, şimdi başvuru aşamasında verdiğiniz bilgilerin hepsini savunabilir olduğunuzdan emin olun. Hiç önem göstermediğiniz bir yere takabiliyor görüşme yapanlar. Ben de durmadan çalıştığım şirketler için adaylarla teknik görüşmelere giriyorum, bir kişi CV’sinde yazdığı bir konudan o kadar da haberdar değilse kabak gibi belli oluyor arkadaşlar, yapmayın.
“Ben kimim ki ne önereyim” dedim, milyon tane öneri yaptım 🙂 Hadi madem şöyle de bir formül vereyim, en kötü durumda 100 yere başvurursunuz, 10’u geri dönüş yapar, 1’i eninde sonunda olur. Yeter ki kararınızı doğru vermiş olun. Diyelim ki her şey oldu bitti, artık geliyorsunuz; yağmurluğunuzu, şemsiyenizi unutmayın, maazallah yağmuru yiyince üşütürsünüz, çocuğunuz olmaz. Terli terli su içmeyin annem, boğazınız şişer. Haa bir de gelir gelmez BMW almayın, Hollandalı takım arkadaşlarım dalga geçiyorlar 😂 Hadi kolay gelsin.
1 Comment